
Köprü Altı – Ayşegül Özdek yazdı.
Köprü altının iki yönü vardır: Biri Haliç‘e bakan, diğeri de Topkapı Sarayı‘na doğru bakan. Bizim Cemil Abi’nin kahvesi Haliç yönüne bakar. Birkaç ahşap masa ve sandalye, demir trabzanların yanında durur. Diğerleri biraz geride ve en içteki çay ocağının da bulunduğu camlı mekandadır. Kışın, çok soğuklarda, kapısının kapandığı camlı mekanda otururuz ama nargile dumanı hepimizi, sanki bir sis bulutunun altında boğar durur. Buğulanmış camların ardından sisli denizi görmeye çalışırız.
Fakültede sınavlar yoksa, buraya gelip kitap okurduk. Peşim sıra arkadaşlarım da dahil nargile içen hocalarım, kim varsa dökülürlerdi bu kahveye. İlkbahardaki akşam güneşi üzerimize vurduğunda, sıra ile yan yana dizilmiş oltaların iplerine takılmış çırpınan balıkların gözümüzün önünden geçtiğini görürdük.
Cemil abi tazı gibi adamdı. Garson çocuk üç çay dağıtsa, Cemil abi on çayı dağıtmış oluyordu. İçeri çay ocağına doğru seslenerek bir çay söylerdik. Bazen ateşli siyaset kavgaları yapardık. Etrafta nargileden kafayı bulmuş eski balıkçılar, emekli amcalar, dükkanını çırağına bırakıp gelmiş esnaflar, hepsi de hiçbir şey duymuyormuş gibi yaparken, Karadeniz yaylalarını ve koca bir ineğin otlamasını gösteren duvardaki fotoğrafa bakar ya da radyodan gelen yanık sesli şarkıcının sanat müziği nameleri ile kafa bulup, denize atılmış misinalara bakar, dalar giderlerdi.
Deniz ile aramızın mesafesiz olduğu, aşkın gözlerimizden okunduğu bir zamandı. Sonraları Cemil abinin kahvesinin birkaç ilerisine Kemancı Bar açılmıştı. Akşamüstleri, soğuk biraların kalın kulplu bardaklarda, küçücük teneke tabaklarda patateslerin masamıza getirildiği bir mekandı burası. Genelde fakülteden öğrenciler gelse de, bizim sivil polis sandığımız, şarapçı kılığındaki adamlar da yan masalarda tek başlarına oturup bira içerlerdi.
Henüz aşkımızı söylemediğimiz, ama aynı ortamda bakışıp bira içtiğimiz kızlar, bir bira içseler bile gülmeye başlarlardı. İşte, o an konuşup içini açmanın tam zamanı geldiğini anlardık.
Bir gün, deniz kıyısı bir masada oturup kitap okurken çay söylemek için seslendim. Yanıma çay tepsisi ile gelen Cemil abinin yanında zayıf, başına siyah bir başörtüsü takmış, ayağındaki siyah terlikleri ile adım attıkça ses çıkartan orta yaşlarda bir kadın vardı. Cemil abi hafifçe bana doğru eğilerek, ”Biraz bu masada oturabilir mi?” dedi kadını göstererek. Çok şaşırarak ”Otursun” dedim. Ama ne olduğunu bir anda anlamam mümkün değildi. Niye kenarda bir taburede oturtmadığını merak ettim. Kadın sandalyeye oturur oturmaz kafasını denize doğru çevirdi. Ben de kitabımı okumaya devam ettim.
Çayımı arada yudumlarken köprünün merdivenlerinden yüksek sesle bağırarak konuşan bir kadın ile bir çocuk indi. Cemil abinin yanına çay ocağına doğru gittiler. Karşımda oturan kadın, benim yüzüme bakmadan, hızla merdivenlere doğru koştu. Sanırım bir soluk da köprünün üstüne vardı. Çay ocağından gelen sesler biraz yavaşlamıştı. Bir müddet sonra, çay ocağına bağıra çağıra girmiş kadın biraz sakinlemiş bir şekilde, yanındaki çocuğun elini tutarak gitti.
Cemil abi yanımdaki sandalyeye üzgün bir şekilde oturdu. ”Abi ne oldu ya?” diye sorunca, ”Bizim soyumuz şerefsiz, biliyon mu?” dedi ve devam etti: ”Babam da anamı aldatmıştı. Bir yanlış yaptım, senin yanına oturan kadına kocalık yaptım. Benim kadın, ben eve gitmeyince kıyameti koparmış. Tutturmuş, ‘çay ocağına gideceğim’ diye. Geleceğini haber alınca, buraya sabah beraber geldiğimiz diğerini de senin yanına oturttum.” dedi. Ben ”harbiden şerefsizlik” deyince, Cemil abi oltadaki balık gibi çırpınmaya başlamıştı. Sonrasında köprünün üstüne çıkar çıkmaz bir tütün sarıp içmiştim.
Ayşegül Özdek





























































