Hilal Serra TopluKÖŞE YAZILARISANATTANSİNEMA

Bazen Kırılmak Gerekir: Bir Salyangozun Anıları Filmi Üzerine

Bazen Kırılmak Gerekir:
Bir Salyangozun Anıları Filmi Üzerine – Hilal Serra Toplu yazdı.

“Eşyalar bizim dünya ile kurduğumuz bağları anlatan sessiz tanıklardır.”
– Michel Foucault

Bir şeyler arıyoruz. Birilerini, birisini, sevgiyi, aitliği…
Biri olmak istiyoruz, birileri için. Sevilmek istiyoruz, ait hissedebilmek için.
Ne çok “şey” arıyoruz öyle!
En yeni çıkan telefon, en popüler ayakkabı, en markalı kıyafet. En mükemmel ilişki, en doğru insan, en yakışıklı/güzel kişi…
Daha fazla, daha yeni, daha en.
Biriktiriyoruz, yığıyoruz. İnsanları, eşyaları, anıları.
Öldürmüyoruz içimizde, yaşatıyoruz, taşıyoruz.
Yetinmiyoruz, yetinmeyi bilmiyoruz.
Tüketiyoruz. Tükenircesine.
İnsanları da eşyaları da kendimizi de tüketiyoruz, tükettikçe tükeniyoruz farkında olmadan. Daha fazlasını istiyoruz. Hep daha fazlası bizi tamamlayacak, içimizdeki yapbozun eksik parçalarını dolduracakmış gibi hissediyoruz.
Bütün bu “şeyler”in altında bir “şey” var, o da kimliğimiz, özümüz, benliğimiz.
Üstüne yığınla şey inşa ettiğimiz, tonlarca yük bindirdiğimiz, görmezden geldiğimiz, etrafını etiketlerle çevrelediğimiz…
Adımızın önüne sıfatlar koyduruyoruz. Bütün bunları var olabilmek adına yapıyoruz. Ötekinin gözünde kendimizi arıyoruz. Ötekinin gözünde kim olduğumuzu görmek istiyoruz. “Olmak” “oluşmak” istiyoruz.

Ama sahiden…
Bu ötekilerin arasında bir şeyleri arıyorken, kendimizi de bulabiliyor muyuz?

Elbette kendimizi bulabilmek uğruna bu kadar çok şey yapıyoruz. Varlığımızı anlamlandırmak için ötekilere ihtiyaç duyuyoruz. Doğduğumuz andan itibaren, bir ötekiyle, bize bakım veren kişiyle, etkileşim içinde oluyoruz. Onun gözlerinden kendimizi görüyor, tanımlıyor, ifade ediyoruz. Böylece arzu ve sahip olma isteğimiz doğuyor. Zamanla bu arzuyu insanlara ve nesnelere yayıyoruz.

Lacan’a göre birey, ancak ötekinin gözünde var olabilir, öteki olmadan kim olduğunu bilemez. Bu yüzden hep bir bakış ararız, bir onay, bir kabul, bir aidiyet… Ancak zamanla ötekiler, birer ihtiyaç olmaktan çıkıp, onlara anlam yüklediğimiz semboller haline gelir. Nesneler, işlevselliğini kaybeder ve kimliğimizi inşa ettiğimiz yüzeysel araçlara dönüşür.

Kimlik inşası yalnızca bireysel değil, toplumsal bir süreçtir. Kabul görmek, onaylanmak isteriz. Uyum sağladıkça kendimizi var eder, görünür kılarız. Sağlayamadıkça silikleşir, görünmez hale geliriz. Kişi toplumda kendini var edemez, görünür kılamazsa, içten içe yok olmaya yüz tutar. Varlığı hasar görür. Pul pul dökülmeye başlar. Bu yok oluşu durdurmak için başka arayışlara yönelir ve bir şeylere tutunur. İnsanlarla kuramadığı anlam ve varoluş köprüsünü, hayvanlar ve nesnelerle kurmaya çalışır. İçindeki boşluğu doldurmak için biriktirir, sahip olur, tüketir. Kimseden alamadığı sevgiyi bir hayvandan, bir eşyadan medet umarak çaresizce arar durur. Bir salyangozun sessizliği, bir koleksiyonun düzeni, bir nesnenin değişmezliği yada belki de tıkınırcasına yediği yemeğin lezzetinde huzur bulur. Herkesin kendine özel bir kabuğu vardır. Kabuklar değişir, dönüşür, kırılır ya da bazen olduğu gibi kalır.

Grace’in kabuğu salyangozları. Bizim kabuğumuz belki telefonlarımız, belki kıyafetlerimiz, belki ilişkilerimiz, belki de kitaplarımız. Zaten hepimiz bir noktada kendi kabuğumuzun içinde yaşıyor, en zor zamanlarımızda ona sığınmıyor muyuz?

Tüm bunlar olmadan biz kimiz?
Eşyalarımız olmadan, kimliğimizi ne ile tanımlarız?
İnsanlar olmadan, hangi yansımamızı görürüz?
Biz, aslında bir arayış mıyız? Yoksa yalnızca başkalarının gözlerinde var olmaya çalışan birer yansıma mı?

Dünyaya gelirken, adını taşıyan bir bedenle geliriz. Zamanla bu adlar da değişir. Yine zaman içinde, belki ötekilerin gözlerinden, belki içsel bir yankıdan, bir kimlik yaratır, oluştururuz. Bazen, herkesin içinde kaybolan bir benlik oluruz, bazen de kimseye ait olamayacak kadar yalnız.

Yani, kimse olmadan var olabilmek mümkün müdür?
Ya da belki, varoluşumuz yalnızca başka birine, bir şeye bakınca anlam bulur.

Kendi kimliğimizi yaratırken, ilk olarak, bu kabukların içinde var oluruz. Kabuğumuz, bizim dünyadan korunma alanımızdır ama aynı zamanda dünya ile aramıza sınırlarımızı çizen de budur.

Kendi kimliğimizi yalnızca bu sınırlar içinde inşa etmeye başladığımızda, yüzeyi incecik ve her an kırılabilir olan bu kabuk, dış dünyadan gelen bir bakış, bir sözle bile istemeden de olsa şekillenir. İçine saklanırsak, dünyaya dokunamayız ama aynı şekilde, dünya da bize dokunamaz.

Bazen, kendimizi dünyaya tam olarak sunabilmek için, kabuklarımızı kırmamız gerekir. Bu kırılma, sadece dışarıya açılmak değil, gerçek kimliğimizi bulabilmek için atılacak ilk adımdır.

Çünkü varoluş, kabuğumuzun dışına çıkmayı göze aldığımızda başlar. Bu cesaret, ötekilerle kurduğumuz anlamlı bağlardan geçer. Bütün bu kabukları ve sınırları bir kenara bırakıp, dünyayı ve kendimizi kabul etmek, bulabilmek için önce “kırılmamız” gerekir.

“Çatlaklar, ışığın girdiği yerdedir.”
-Leonard Cohen

Bir Salyangozun Anıları

Memoir of a Snail, Adam Elliot tarafından yazılan, üretilen ve yönetilen 2024 Avustralya yapımı bir yetişkin stop-motion animasyonu komedi-drama filmi.

Bazen Kırılmak Gerekir: Bir Salyangozun Anıları Filmi Üzerine

Ana karakterimiz Grace’in hayat hikayesini anlatmaya başlaması, geçmişine ışık tutmasıyla başlayan film, aynı zamanda karakterimizin içsel yolculuğunun ve yüzleşmesinin başlangıcını oluşturur. Grace’in salyangozlara ve eşyalara karşı bir zaafı vardır. Bu zaafı, ufak tefek şeylerle başlasa da zamanla içinden çıkılmaz bir takıntıya dönüşür. Edindiği bu takıntılar, kayıplarını ve içsel boşluğunu doldurma çabasının bir yansıması, duygusal yaralarının bir ifadesidir. Salyangozların kabuğu, onun dış dünyadan korunma arzusunu simgelerken, biriktirdiği eşyalar geçmişine olan bağlılığını gösterir.

Annelerinin doğumda ölmesiyle birlikte ikiz kardeşi Gilbert’la birbirilerine destek olarak belirli bir yaşa gelirler. Ancak kader acımasız darbelerini vurmaya devam eder. Bu süreçte hasta olan babası vefat eder ve ikisi de farklı ailelere evlatlık verilmek zorunda kalır. O saatten sonra ne Grace ne de Gilbert için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Kayıpların yarattığı derin boşluk onların hayatlarında silinmez izler bırakır. Yıllarca birbirilerinin özlemini çekerek, içerisinde yabancı oldukları hayata uyum sağlamaya çalışırlar.

İkisinin de hayatı kayıplar üzerine şekillenmişken, topluma ayak uydurmakta oldukça zorlanan bu ikilinin arasındaki derin aile bağlarını ve kimlik arayışlarının yol açtığı çatışmaları, yönetmen tarafından son derece duygusal yalın ve edebi bir dille izleyiciye sunuluyor. Memoir of a Snail, Mary and Max’ten sonra, Adam Elliot’un yaratıcı dehasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Görsel bir şölenin yanı sıra, bu başyapıt insan olmanın en kırılgan, en dokunaklı yanlarını keşfe çıkararak izleyiciyi derinden etkiliyor.

Eğer sizde insanlığa dair, böyle bir keşif yapmak isterseniz, bu filme mutlaka bir şans verin derim.

Şimdiden iyi seyirler!

Hilal Serra Toplu

Bazen Kırılmak Gerekir: Bir Salyangozun Anıları Filmi Üzerine

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu