Ustasının Değil Kimsesizliğin Tokatını Yemekti Acıtan!
Oğuz Kemal Özkan yazdı...

Ustasının Değil Kimsesizliğin Tokatını Yemekti Acıtan! – Oğuz Kemal Özkan yazdı…
Eğitimci-Yazar Hilal Demirlioğlu’nun Ange Yayınları‘ndan çıkan ‘Usta’ adlı romanı, bir çocuğun kaderinin doğduğu evin duvarlarıyla sınırlı olmadığını, toplumun da bu duvarları örmede nasıl pay sahibi olduğunu tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Daha ilk sayfalarda, küçük Ömer’in sandalyenin altına gizlediği ayaklarıyla yoksulluğunu saklamaya çalışması ve yazarın o sarsıcı “Ayaklarınla saklayamazsın garipliğini” cümlesiyle, fakirliğin saklanamayacak kadar derin bir yara olduğunu gözler önüne seriyor. Bu sadece bir çocuğun değil, onu görmezden gelen bir toplumun da hikâyesi.
Ömer, zekâsıyla ışıldayan, masumiyetiyle yüreğe dokunan bir çocuk. Ama onun zekâsı da iyiliği de ne yazık ki bu hayatta tutunmasına yetmiyor. Hasta bir baba, sessiz bir anne, belirsiz bir geleceğe doğmuş kardeş… Ve bir gün, “Ona iyilik yapıyorum” diyen birisi, onu bir ustanın yanına çırak olarak veriyor. İşte tam da burada toplumun o çok bilmiş, sıradan söylemiyle yüzleşiyoruz: “Çocuklarınızı çırak olarak verin ki hayatı öğrensinler.”
Hayatı öğretmek bu mudur gerçekten? Bir çocuğu sevmeden büyütmek, ‘eti senin kemiği benim’ denilerek dövülmesine dahi göz yumarak adam olması için ellere teslim etmek midir? ‘Hayatı, zalimliğiyle tanısın da güçlü olsun’ düşüncesi hangi vicdanın ürünüdür? Ömer’in yaşadıkları bu söylemin içinin ne kadar boş, ne kadar acımasız olduğunu gözler önüne seriyor. Şımarık bir kolaycılıkla kurulmuş bu cümleler, bir çocuğun karanlık yazgısına dönüşüyor romanda.
Usta ise, sevgisizliğin ve şiddetin ete kemiğe bürünmüş hali. “Dayağın cennetten çıktığına” inananlardan. O karanlık eller, sadece demir tozuyla değil, öfkeyle, sevgisizlikle de kapkara olmuş. Ve Ömer, bir yandan suçsuzluğunu, masumluğunu anlatmaya, yaşatmaya çalışırken, diğer yandan hayatın yükünü sırtına taşıyor. Oyuna getiriliyor, suçu üstleniyor ve en sonunda yüreği kaldıramıyor yaşadığı onca acıyı.
Kitap boyunca her karakter, “Doğduğun ev kaderindir.” sözünün altına kendi imzasını atıyor. Öfkelendiğiniz karakterler bile kendi yaralarıyla tanış olduğunda, içiniz burkuluyor. Ama en sonunda sadece Ömer kalıyor geriye… Ve içten içe, onun için hiçbir şey yapamamanın ağırlığıyla doluyorsunuz.
Ve belki de en çok bu yüzden daha da sarsıyor ‘Usta’. Çünkü Hilal Demirlioğlu‘nun bu kitabı, kurgu değil. Gerçek bir hikâyeden uyarlanmış. Karakterlerin yaşadıkları, bir yazarın hayal gücünden ziyade bu topraklarda nefes almış, acı çekmiş, terk edilmiş gerçek bir çocuğun yaşamından süzülmüş. O zaman anlıyorsunuz ki, sadece bir roman okumadınız; bir gerçeğe tanıklık ettiniz. Ve işte o zaman, kelimeler yetmiyor, boğazınız düğümleniyor, yüreğinizin burkulması geçmiyor. Çünkü Ömer, sadece bir karakter değil; belki yanı başımızda bir yerde, hâlâ susarak büyüyen çocuklardan birisi…
Oğuz Kemal Özkan
Kitaptan:
“Ben özgür değilim oğlum. Prangalıyım ben prangalı! Nesimi Ustanın dükkânının direklerine bağladılar beni ayak bileklerimden. Senin gidecek bir evin var. İyi kötü anan var baban var! Şu hayatta benim kimsem yok. Anlıyor musun? Hiç kimsem yok! Kimsesizlere tokat atmak, kötü sözler söylemek kolaydır. Karşındaki kadardır çünkü. Ötesinden berisinden kimin çıkacağı belli olmayan bir insanla ben bir miyim? Değilim. Ben hayatta bir kere bile ‘bir’ etmedim. Bu dünyada kimsesizliği en iyi ben bilirim. Kimsesizliğin tokadı ustaların tokadına benzemez. Bir kere yedin mi daha kim vursa kuş kanadı değmiş gibi olur. Vız gelir tırıs gider hayat. Beklemezsin oğlum kimseden bir şey. Onlar da bilirler attıkları tokat da işe yaramayacak. O yüzden en çok kimsesizlere vururlar. Ben de biliyorum işte bunu. Aldırmıyorum. Onlar bana değil kendi yapamadıklarına vuruyorlar tokadı; baş edemediklerine, öfkelendiklerine, yaşayamadıklarına… Bana vurmak kolay çünkü.”