KÖŞE YAZILARI

2001: Uzay Macerası (Bir Film Analizi) – Gökçe Açıkgöz yazdı…

Bilim kurgu sinemasının yetkin örneklerinden biri olan 2001: Uzay Macerası filminde Stanley Kubrick, insanoğlunun evrimini Darvinci bir bakış açısıyla gözler önüne sermiştir. Diyalogların çok az olduğu, görsel bir şov olan bu filmi izleyenler yorumlama yeteneklerine fazlasıyla ihtiyaç duymuşlardır. Nietzsche’nin kuramıyla bağlantılı olduğundan kuramdan haberdar olmayan izleyiciler için film sıkıcı ve gereksiz görünür.

https://youtu.be/oHbIS6va0NU

Kubrick, filmin jenerik müziği için Richard Strauss’un ‘Alsı Sprach Zarathustra’ (Böyle Buyurdu Zerdüşt) nı seçmiştir. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ aynı zamanda Nietzsche’nin yazdığı bir kitaptır. Nietzsche’nin bu kitabında anlattığı kuramlar: sonsuzdönüş, üstinsan gibi tartışılması güç konulardır. Nietzsche’nin düşüncesine göre insanlık, evren, düşünce kendini sürekli yineliyor ve sonunda aynı noktaya geri dönüyordu. Evrende değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Nietzsche’ye göre bu noktada devreye giren üstinsan olur. Üstinsan bu noktadan sonra evrendeki değişime öncülük eden bir varlık olur. Nietzsche’ye göre Üstinsan, kendisinden başka kimseye benzemeyen, durağanlığa, düşünce tembelliğine son veren kişidir. Bu filmde de Kubrick ve Arthur Clarke, Nietzsche’nin kuramını baz alarak, üstinsanın yaratma yeteneklerinin, insanlığı ve evrimi ne yönde ilerlettiğini anlatıyor. Filmde, insanlığın bilimsel düşüncesinin ve icat yeteneğinin doruğa çıktığı dönemlerde, üstinsanın durmaksızın ilerleyen yaratma yetenekleri ön plana çıkarılıyor.

Film, maymunların evren üzerindeki var oluşlarıyla başlar. Filmin ilk sahnelerinde kemikle oynayan maymunları görürüz. Maymun kemiğin kesici özelliğini bulur. Maymun evrimleşir ve insan oluşur. İnsan da en yaratıcı döneminde uzay oyuncakları bularak sona doğru yaklaşır. Burada da sonsuz dönüş kuramı karşımıza çıkar. Sonsuz dönüş kuramının mantığı ise insanlığın evriminin sonsuz ve sonrasızca yinelendiğini, ilerleme kaydettiğini, bu süre içerisinde değişmeyen tek şeyin yani düşünce ve yaratma potansiyelinin aynı kaldığını anlatır. Aslında 2001: Uzay Macerası filmi bilinmeyeni aramakla geçiyor. Kubrick ve Clarke, insanın evrim sürecine göz atan bir film yaratmakla birlikte bu yolculuğa hem insanı hem de evreni dahil etmiştir.

Filmde göze çarpan bir diğer şey ise insanlar tarafından yaratılmış robot: HAL 9000. HAL 9000’in özelliği şunlardır: Düşünebiliyor, dudak okuyabiliyor, tahmin yürütebiliyor, varlığının tehdit altında olduğunu sezdiğinde önlem alabiliyor. En ilginç tarafı; yanlış bir hata raporu verdiğinde bunun insan hatasından kaynaklandığını belirtiyor astronotlara ve şöyle diyor: ‘Kazayı her zaman insanlar yapar. Onun neden olduğu hatayı ise yine başka bir HAL 9000 bilgisayarı ortaya çıkarıyor.’

Baş karakter Dave bu uzay yolculuğuna, HAL 9000’in rehberliğinde çıkar. Hal 9000 bu yolculukta Dave’e kılavuzluk eder. Dave daha fazla dayanamayarak, uzay gemisindeki bir mürettebatı öldüren HAL 9000’ni yok eder. Dave yolculuğuna kılavuzsuz devam etmek zorunda kalır. İnsanların kendi yarattıkları teknolojinin insan varlığını dahi kontrol ettiği bir zamana tanıklık eder seyirci. Finalde ise bir embriyo belirir. Bu embriyo, ölümden sonra yeniden doğuşu, yaşamın sonsuz ve sonrasızca yinelendiğini müjdeler. Stanley Kubrick gerçek anlamda bir dahi. 1968 yılında çektiği bu filminin günümüze kadar taşınmış olması zaten Kubrick’in nasıl bir yönetmen olduğunu ortaya koyuyor.

Görsel açıdan çok fazla uğraş verilmiş bir film 2001: Uzay macerası. Kubrick, filmde metafizik sembolleri kullanarak bir şeyler anlatmaya çalışmış. Örneğin; parlak siyah anıtlar ve bu anıtların insan kaderine müdahale ettikleri her aşamada Dünya, Ay ve Güneş’in yörüngesel kesişimleri ayrıca hayatta kalan astronotu çevreleyen ve o ‘yıldız çocuk’ olarak yeniden doğup Dünya’ya doğru sürüklenirken zaman ve uzayın kaleydeskopu andıran bir girdap oluşturduğu nefes kesen final sahnesi. Stanley Kubrick filmin metafizik mesajının ne olduğunu şöyle açıklamıştır: ‘Bu benim sözcüklerle vermek istediğim bir mesaj değildi. 2001 sözlü bir deneyim değil; 2 saat 19 dakika süren filmdeki toplam diyalog 40 dakikadan az. Ben görsel bir deneyim; duygusal ve felsefi bir içerikle sözlü anlatımı ikinci plana atan ve izleyicinin bilinçaltına nüfuz eden bir deneyim yaratmak istedim. McLuhan’ın teorilerinden yola çıkarsak,  mesaj, kullanılan iletişim aracının kendisidir. Filmin izleyiciye bilinçaltından ulaşan, tam anlamıyla öznel bir deneyim olmasını istedim; tıpkı müzik gibi, bir Beethoven senfonisini ‘açıklamak’, algı ile haz alma arasında yapay bir engel oluşturarak eseri fakirleştirir. Filmin felsefi ve kinayeli yanı üzerinde istediğiniz gibi fikir yürütme konusunda özgürsünüz; böylesi bir fikir yürütme, filmin izleyiciyi derin bir seviyede yakaladığını gösterir…’

Kubrick’e sorulan bir diğer soru: ‘İzleyici için felsefi bir yol haritası çizmeden, bize filmin anlamıyla ilgili kendi yorumlarınızdan bahseder misiniz?’
Kubrick kendinden emin bir tavırla: ”Hayır, bahsetmem. Eğer Leonardo, Mona Lisa tablosunun altına, ‘Bu kadın bir dişi çürük olduğu için hafifçe gülümsüyor’ ya da ‘sevgilisinden sır sakladığı için gülümsüyor’ diye yazsaydı, hangimiz bu tablodan ne kadar keyif alabilirdik? Böyle bir müdahale, tabloya bakan kişinin keyfini yok edip, onu kendisininkinden farklı bir gerçeklikle kısıtlardı.”

Kubrick’in bu yanıtından da yola çıkarsak filmi anlamlandırmak izleyiciye kalıyor. Filmin yaratıcısı bu cevabı vermeyerek çok doğru bir seçim yapmış. Sanat da bu değil midir zaten? Ucu bucağı belli olmayan sınırsız anlamlar malzemesi. 

Gökçe Açıkgöz

Başa dön tuşu