Dans Edip Bir Dilim Pasta Yiyelim; ‘En Sevdiğim Pastam’
Hilal Serra Toplu yazdı...

Dans Edip Bir Dilim Pasta Yiyelim; ‘En Sevdiğim Pastam’ – Hilal Serra Toplu yazdı.
-“İnsanlar nerede? Çölde biraz yalnızlık duyuyor kişi…”
-“İnsanların arasında da yalnızlık duyulur.” dedi yılan.Antoine De Saint-Exupéry, Küçük Prens
Modern çağın kaçınılmaz getirileri, hızla gelişen teknoloji ile beraber, bireyleri izolasyona iterek, sosyal bağların yüzeyselleşmesine, kendilerine yabancılaşmasına ve bir başkası ile anlamlı bağlar kuramamaya, “ait olamama” hissini kaçınılmaz hale getirmiştir. Yalnızlık geçmişten günümüze, her zaman var olan sadece kişisel değil, toplumsal bir deneyimdir. Geçmişte bu deneyim daha çok tercih meselesiyken günümüzde mecburi bir hal almaya başladı. Y ve Z kuşağı teknolojinin sunduğu imkanlardan fazlasıyla yararlanarak bu yararı zarara dönüştürmeyi başarsa da, X kuşağı bu dijital çağa, günümüze adaptasyon sağlamakta oldukça zorlanıyor.
Geçtiğimiz yılın kelimesi “Kalabalık Yalnızlık” olarak seçildi. Cioran, insanın içsel yalnızlığının kalabalıklar içinde daha derin bir şekilde hissedildiğini söyler. Ona göre birey, diğer insanlarla kurduğu yüzeysel ilişkilerde kendi yalnızlığını, daha yoğun hisseder ve kalabalık da bu yalnızlığın yanılsamasıdır. Birbirine tezat ve zıt bu iki kelimenin bir arada kullanılmasının oldukça basit sebebi de tam olarak budur; “Yanılsama”
Artık insanlarla eskisi kadar bir araya gelmiyoruz. Gerek aramızdaki mesafeler gerekse konfor alanının dışına çıkmak istemememiz üşengeçliğimizle birleşince ve sonucunda oluşturup öne sürdüğümüz bahanelerle sosyal platformlar üzerinden iletişimimizi güçlendirmeyi tercih ediyoruz.
Karşılıklı birer çay, kahve eşliğinde edilen uzun sohbetler yerini, sabaha kadar mesajlaşmalara, görüntülü aramalara bıraktı. Bu sohbetlerde ve görüşmelerde mühim olan sadece konuşmak değil, birinin yanında olma ve bu birinin enerjisini o anda, orada, birlikte, beraber var oluyor oluşunu paylaşmaktı. Sadece sözler değil, sessizlik bile bir anlam kazanır oldu.
Sosyal medya aracılığıyla sonsuz bir seçki teması üzerinden, tüketerek, aslında “tükenerek”, sürekli yeni bağlar kurma arayışında olan birey, bu arayışı kendini kaybetmekle sonlandırmaya mahkum olsa da 50-60 kuşağı için bu olgu imkansızla eşdeğer. Onlar için, sosyal çevrelerinin azalması, çocuklarının kendi hayatlarına odaklanması, sevdiklerinin kaybı, yaşlılığın bir getirisi olan fiziksel sınırlılıkla birleşen bu yalnızlık, geçmişe tutunma, hatıralarla yetinme mecburiyetini de beraberinde getirir. Modern dünyanın sunduğu sınırsız seçeneklere karşı, dünyaları zamanla daha sınırlı ve sessiz hale gelir. Giderek daha da sessizleşip, dünyadaki varlıklarının yerini hiçliğe bırakırken, yaşadıkları ölüm korkusu, geride kalan yılların ağırlığını omuzlarına yükleyerek varoluşun kırılganlığıyla yüzleşmelerine neden oluyor.
Faşizmin hüküm sürdüğü bir toplumda, ikili ilişkileri, resmiyetsiz bir şekilde yürütmek oldukça zorken, bu tarz ülkelerde hiçbir insanın cesaret edip kelimelere dahi dökemeyeceği olayların İran sineması sayesinde evrensel bir dile dönüşmüştür. İnsanların sesi olmayı başaran yönetmenlerin Berlin Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü almaya layık görülen bu yapıta verdikleri emeklerinin karşılığını, cezai kısıtlamalar ve seyahat yasağı sebebiyle alamamışlardır. Böyle bir ülkede olduğumuzu varsayarsak, yalnızlık bizim için kaçınılmaz bir son mudur? Yoksa bunu değiştirebilir miyiz?
Samuel Beckett’ın yazdığı “Godot’yu Beklerken” oyununda Gogo ve Didi gibi beklemeye devam mı ederiz? Yoksa Godot’un kim ve ne olduğunu fark edip harekete mi geçeriz?
My Favourite Cake (En Sevdiğim Pastam), Maryam Moqadam ve Behtash Sanaeeha tarafından birlikte yazılan ve yönetilen 2024 yapımı bir dram filmi.
İran’da yaşayan emekli bir hemşire olan, 70 yaşındaki Mahin, eşinin kaybının ardından yaklaşık 30 yıldır tek başına yaşamaktadır. Geceleri uyumakta zorluk çeken, gündüzleri ise öğlene kadar uyuyan, uyanınca, yalnızlığın ve sessizliğin tesiri altındaki evinde kasvetli havayı soluyarak kahve ve sigara eşliğinde kendine gelmeye çalışan Mahin’in yüzünde hep bir memnuniyetsizlik ifadesi vardır. İçinde bulunduğu durumdan memnun olmadığı için elbette huzursuzluğu yüzüne yansımıştır. Arkadaşlarıyla yılda bir kez bir araya gelerek onlarla yalnızlıklarını paylaşır içten içe. Kızı kendinden uzakta bir aile kurmuştur. O da bu ailenin bir parçası olma umuduyla kızıyla iletişim kurup, konuşmaya çalışır. Ama hiç bir zaman bu ailenin bir parçası olamaz. Zamanla yalnızlığı öyle başa çıkılmaz bir hal almaya başlar ki kendisi bu durumu değiştirmek için bir yol aramaya başlar. Birkaç uğraşın sonunda, yıllardır aradığı, kendi kriterlerine uygun birini bulmak yerine, bir emekli restoranında denk geldiği bir yabancıyı almaya karar verir hayatına. Arzularının peşinden gitmeyi göze alamayan kadınların hayallerine ket vurularak esir düştüğü böyle bir ülkede kendi devriminin ilk adımlarını atar Mahin. Bu yabancı yani asıl adıyla Faramarz, Mahin’le hemen hemen aynı yaşta, bir taksi şoförüdür. Kendisi de bu yalnızlıktan muzdariptir. İkili tek bir gecede yalnızlıklarını paylaşıp, bir olmaya karar verir. Faramarz’ın korkuyla ahlak polisinin gelmesinden endişe duyup Mahin’e bunu söylemesinin ardından Mahin’in “En fazla bizi zorla evlendirirler!” demesi bu devrimin sloganıydı belki de. Her şeyi göze alıp birileri gelir de bir gün ikram ederim umuduyla yaptığı en sevdiği pastayı, o gece Faramarz için pişirir.
Oysa ki onları bekleyen gecenin sonu, düşledikleri gelecekten çok farklıdır…
Geceyi onlarla beraber, kendi yalnızlığınızı gülümseyerek paylaşmak ve bu beklenmedik sonla kendi hayatınıza dönüp bir bakmak isterseniz filme bir göz atın derim.
İyi seyirler!
Hilal Serra Toplu