İçimde Öldüren Bir Canavar Var – Elif Doruk yazdı…
Bu evde her şey sallanıyor. Dört bacaklı olması gereken her canlının tek bacağı ampute edilmiş. Bunu anlamak için ise “eevvettt, şimdi iyiyim” deyip empati yapmak gerekiyor. Ama o sarsıtıcı ‘an’ acıyan yanımı sendeletiyor.
Duvara yaslı bir piyano var salonun ortasında… Baktığın an sanki Edvard Grieg’in parmakları dolanıyor siyah beyaz tuşların üstünde, “Arietta” nağmeleri çalınıyor kulağa! Yaklaşmak istiyorsun. Ayağımın altında ki halı kaymaya başlıyor ve “ fa diyez, la majör” eşliğinde adeta dansa davet ediyor. Bir o yana bir bu yana döndürerek yanaştırıyor varmak istediğim ‘an’a. Birden meditatif bir dans kareografisinin içinde buluyorsun kendini. Antik Yunan tiyatrosunun sahnesinde kendini bir ‘adım tasarımcısı’ sanıyorsun. Sonra halı birden sabitleniyor ve delirmiş biri olduğunu ‘şak’ diye anımsatıyor, çivileniyorum olduğun yere… Dümdüz değil de sağlam bir şekilde lakin ince bir ceviz ağacı olduğumdan birkaç numara büyük geliyor ve yanlış çekiç darbelerinden dolayı parçalamış olarak duruyor içimde. Etrafı kıymıklarla dolu olduğundan ve batsın istemediğimden uzak duruyorum belki bu ev sahibinden.
Batmasına razı gele gele mutfağa geçiyor, tertemiz ışıldayan tezgahın üzerinde ki milyonlarca bakteri ile göz göze geliyorum. Bir yol yapmışlar kendilerine, takip ediyorum. Rus bir kadının köpük parçasına karaladığı bir adam silüetinin gözlerinin içerisinde yuvalarını buluyorum. Çürümüş yasak elmanın kokusu sızıyor çöp poşetinden, mideme bir bulantı geliyor, öğürüyorum. Kaçmak isterken annenin aldığı beze takılıyor gözüm ve o takılış birden tertemiz ediyor ortalığı… Birden Adem ile Havva cennete geçiyor ve ırmaklardan gelen şarap kokusu sarıyor ortalığı. “Ah anneliğin kutsallığı” diye geçiriyorum içimden. Doğru ya bu ev sahibi bir sancılı rahimde büyümüştü. Anımsıyor ve onu mutfakta da affediyorum.
Yönünü tam karşıya döndürüyorum. Kapısı yok yatak odasının. İçeriyi dar açıdan keşfetmeye başlıyor, geometrinin bilinmeyen formülleri ile geri kalanını hesaplıyorum, çürük elmanın kokusunu bastıran ezilmiş üzüm kokusu eşliğinde… Bir kez daha sayılarla aramın iyi olmadığını anlıyor ve şehvetli duygularla ilerliyorum. Hemen sağına iliştirilmiş, çarşafları özenle serili yatağa atıyorum kendimi. En büyük günahların tohumlarının akıtıldığını tahmin ediyorum, temizlensin diye gözyaşlarının yatakta bıraktığı ıslaklıktan. Nem hep rahatsız ederdi ama bu defa farklı! İçimde öldürdüğün bir kadına can suyu oluyor. O kadın ki gözlerini tekrar açıyor ve sen o bakışlarda Tanrıyı gördüm sanıyorsun. Dudağını ısırıyor kadın. Hissettiği günahlarının acısı oluyor. Acılarını putlaştırdığını hatırlıyor. İçini titreten kösnü sesiyle nedense dilinden şu dizeler dökülüyor;
“Boynuma doladığın güzel putu görseler
İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını
Kör olsam da açılır gözüm, ona sürseler
İsa’nın eli diye, bir kadın bacağını”
-Necip Fazıl Kısakürek
Bir kadının yüreğine bağlanmaktansa bir kadın bacağına tapan,
kendi geçmişinin günahlarını kin ve nefret tohumları ile aklamaya çalışan erkekler geliyor aklına…
Kadın susuyor.
Ve bu susuş tüm hücrelerimin eline bir balyoz veriyor; en ağır darbelerle saldır emriyle…
Ölüyorum sanıyorum. Arzunun tenimi yakan yerlerine serinletilmiş bir el değiyor, nefesini ensemde hissediyorum. Tüm ölü duygularıma suni teneffüs yapıyor en son dudaklarıma geliyor ve ben hayata geri dönüyorum. Zihnimin her şeyin farkındalığını sunduğu yanına şizofrenik bir siktir çekiyorum. Tek gerçekliğimi ‘an’da bırakıp, sarsıntıları umudumun ipleri ile boğuyorum. Boğulurken çıkardığı sesler duvardaki tablolara takılıyor ve bir tanesinin altınına iliştirilmiş isminde kendimi tekrar buluyorum:
“İÇİNDEKİLER-VİTRİNDEKİLER-KEMİRGENLER”
Elif Doruk