Otomatik Portakal (Bir Film Analizi) – Gökçe Açıkgöz yazdı…
Stanley Kubrick bu filmi, İngiliz yazar Anthony Burgess’in aynı adlı romanından 1971 yılında çevirmiştir. Filmi izlediğimde isminin neden ‘Otomatik Portakal’ olduğunu merak ettim ve araştırdım. Anthony Burgess, yazdığı bir yazıda bu ismi neden seçtiğini şöyle açıklamış: ”Cokney dilinde (ingiliz argosu) bir deyiş vardır. ‘uqueer as a clockwork orange’. Bu deyiş olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabi Malezya’da canlı anlamına gelen ‘orang’ sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin tam da benim anlatmak istediğim duruma Pavlov Kanunları’nın uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.”. Gerçekten filmin ismi, anlatılanlarla orantılı.
Film, gelecekte bir zamanda farklı bir dünyada geçmektedir. Yer belli değildir. Filmde kullanılan giysiler, mekanlar, pastel tonlar, renk seçimleri, geometrik desenler, ortam ve ışıklar filmdeki atmosfere çok uygundur. Başroldeki Alex ve arkadaşlarının zengin- fakir, kadın erkek ayrımı gözetmeden insanlara, akla hayale gelmeyecek şiddet uygulamaları izleyicide garip bir etki yaratmaktadır. Alex ve arkadaşlarının hırsızlık, tecavüz, cinayet sahneleri tüyler ürperticidir. Bu gençlerin şiddete eğilim nedenleri: şiddetten zevk duymaları, kendi insani yapıları, ilgisiz ve sorumsuz ailelerinin davranışları ya da sosyal ortamları olabilir. Alex, nerede geçtiği belli olmayan bu filmde, bir sokak çetesinin lideri konumundadır. Alex, polis tarafından yakalanınca, şiddetin sadece sokaklarda olmadığını, asıl şiddetin devlet tarafından yapıldığını keşfeder. Filmin başlarında Alex, insanlara yapmadığını bırakmıyor. Hapse düştüğü zaman durumu izleyici açısından acınacak hale geliyor. Filmin sonlarına doğru izleyiciyi kızdıran Alex, bu sefer izleyicide acıma duygusu uyandırıyor. İzleyici sonra şu soruları sormaya başlıyor: Suçlu pişman olursa, bir daha suç işlemeyeceğine inandırırsa affedilmeli midir yoksa yaptığı kötü davranışlara rağmen hayatına serbestçe devam mı etmelidir? Alex, artık devletin elindedir. Devlet, Alex’i şiddeti engellemek için bilimsel yöntemler kullanarak hazırladıkları projeye gönüllü kobay olarak sunar. Kubrick, bu sefer bize, Alex’in işkencevari tekniklerlerle nasıl bir kurbana dönüştüğüne tanıklık ettiriyor. Bu projenin sonunda Alex’in iyileştiğine kanaat getirince onu serbest bırakırlar. Bu şekilde Alex filmin başında şiddet yaptığı insanlardan şiddet gören bir insana dönüşür. İzleyici ilk başta kızdığı Alex’e yaptıklarından dolayı nefret beslemez. Aksine Alex’in başına gelenlerden dolayı ona üzülür. Çünkü filmde şiddet, bir kişinin iyileşmesiyle bitmiyor. Şiddet yine tüm acımasızlığıyla devam ediyor.
Otamatik Portakal, yine önceki filmlerinden hatırlayacağımız klasik müzik şöleni ile doludur. Alex, bir Beethoven hayranıdır. Alex, Beethoven’in gözlerine baktığı zaman şiddeti görmektedir. Özellikle Kubrick’in 9. Senfoniyi seçmesi, bu klasik müzikle şiddeti birleştirmesi, gerçek anlamda baş döndürücüdür. Şiddet sonrasındaki rahatlığı 9. Senfoniyle yansıtmak izleyicinin bu rahatlamayı direkt olarak yaşamasını sağlar.
Filmi görsel açıdan incelersek: Film hijyenik bir ortamda, beyaz renklerin yoğunlukta olduğu evlerde geçiyor. Bu kadar beyaz ve temiz bir dünyaya siyahını veren ise gece ortaya çıkan ahlaki bozukluklarla dolu, hiçbir kural tanımayan sokak çeteleridir. Bu çete üyeleri özellikle giydikleri beyaz kostümlerle geceleri sokaklara çıkıp insanlara ve etrafa terör saçar. İnsanlar kendilerini bu çeteden korumaya çalışsa da Alex ve çetesi tarafından bir gün seçilmenin korkusuyla yaşamaktadır.
Filmin en çok tartışılan sekanslarından biri olan tecavüz sahnesinde Alex ve arkadaşları Beethoven’ın Kardeşliğe Çağrı- Dokuzuncu Senfonisi eşliğinde bir kadına tecavüz eder. Slow motion çekimlerle beraber müziğin senkronizasyonu ve görüntünün içeriği, bu sahnedeki şiddetin estetiğini artırır.
Filmin doruk noktasına doğru Alex ve çetesi yazarın evine bir ziyaret yapar. Ev sanatsal açıdan donatılmıştır. Heykeller, resimler, renklerin uyumu izleyiciyi görsel bir doyum yaşatır. Çete, yazarı kötü bir şekilde döver ve kadına tecavüz eder. Alex bir ara kendini kaybeder ve salonda bulduğu Beethoven heykelciğini eline alarak kadını kovalar. Beethoven heykeli, Alex’in elinde fantastik bir şiddet aracına bürünür. Bundan sonraki sahnelerde Alex, çete içindeki önderliğini ispatladığını düşünerek, arkadaşlarına da emirler yağdırmaya başlar. Hatta onları aşağılar. Çetenin diğer elemanları buna katlanamaz. Georgie, Pete ve Aptalof üçlüsü Alex’e başkaldırır ve Alex’e şiddet uygular. Alex, tepe taklak olur. Üstelik daha önce şiddet uyguladığı masum insanlardan da dayak yer. Bu durum Çete elemanlarının intikamı gibi gözükse de aslında Kubrick burada sanayi sonrasının gelişmiş toplumunda yaşayan insanların içlerinde şiddetin yer ettiğini anlatmak ister.
Alex, modern toplumda insanların şiddet eğilimli bir varlık olduğunu gözler önüne seren bir karakterdir. İnsan var olduğu sürece şiddet de var olacaktır ve Alex gibiler her geçen gün daha çok karşımıza çıkacaktır.
Gökçe Açıkgöz