Kent Estetiği Olmayan Şehir: İstanbul – Nevzat Yılmaz yazdı…
İstanbul denen denizde kimler boğuldu, kimler karaya sağ çıktı. Bilinmez. Boyunlarında fotoğraf makinesi fotoğraf çeken yabancıları, gereksiz, anlamsız bir uğraşın içinde diye görürüz çoğu kez. 30 yıl Galata Kulesi’nin önünden geçip de “Yahu Galata Kulesi’nden İstanbul nasıl görülüyor?” diye merak eden sayısının en az bin katıdır merak etmeyen.
Arkeoloji Müzesi’nden Gülhane Parkı’na dümen kıranların mirasçısı olduğumuz kültürleri merak etmemelerine şaşırmalı mı? Meraklı değiliz, ilgili değiliz, hem merak etmek karın da doyurmuyor bu çağda.
İstiklâl Caddesi’nden geçerken kaç kişi merak etmiştir, sağda-solda sıralanan yapıların mimari özelliklerini? Ya saçaklara yuva kuran kuşları ya da petek veren arıları? Yaşam denen serüvende koşturmaca içinde olan, evine ekmek götürme derdinde olan insanları pek ilgilendirmez mi bu tür kaygılar?
Neyse hafta sonu bir İstanbul turu yapayım dedim eşimle birlikte. Buna tur yerine turcuk demek daha doğru olur. Oturduğum yerden Levent’e çıkmak yerine kulağı tersten gösterircesine Kağıthane’den başlayayım dedim turumuza. Dakika bir, gol bir.
APARTMANDA 5 FAKÜLTE
Adını vermeyeyim, ama son dönemde Kağıthane’de üslenmiş üç üniversite var. Aklıma mukayyet olayım derken gördüğümü anlatayım. Cendere’den Ayazağa, Vadi İstanbul’a doğru bütün dere yatakları gökdelenlerle dolmuş. Hani buralar dere yatağıydı, buralara bırakın yüksek katlı yapılar yapmayı, buranın yapılaşmaya açılması ölümlere açık çağrı sayılırdı. Anımsayın, 10 yıl ya da daha önce buraları yağmurun ardından sürekli sular, seller basıyordu. Bu ne peki? Ders alınmamış.
Üniversite evrensel bilgi anlamına mı geliyordu ne? Dere yatağında üniversitede 5 fakülte bir hastane. Bekleyip göreceğiz burada olacakları ilerideki yıllarda.
Neyse Kâğıthane’den metroya bindik. Mecidiyeköy aktarmalı Yıldız yapacağız. Metro seferleri daha sık yapılmalı. Metro’da bir koku ki mideyi kaldıran türden. Tamam yerin yedi kat altı ama bu ne? Yok mu bir çözümü?
Aktarmadan sonra Yıldız’da Metro’dan iniyoruz. Yıldız Üniversitesi’nin önünde hava hem sıcak hem de güzel, yürüyelim diyoruz. Ana yola park eden otobüs mü dersiniz, tır-treyler mi dersiniz, o size kalmış. Arabasını babasının malı gibi anayol üzerine park etmiş yeni açılan Yıldız Sarayı Müzesi’ni ziyaret etmeye giden yeni sınıfın lüks araçlarını görüyoruz. Kıskananın gözü çıksın.
Her yer beton olmuş, topraktan, yaşam belirtisi gösteren bitkiden söz etmek olanaksız. Çin’den getirilen parke taşları ile döşenmiş her yer. Tıpkı Taksim’in ruhsuzlaştırılması gibi. Barbaros Bulvarı’nda da bu ruhsuzluk, kent planlamasına yakışmayan düzensizlik, uzman olmaya gerek olmadan şıp diye anlaşılacak bir yapaylık var.
Parke taşları, beton yığınları diye yakınırken Beşiktaş’a gidip bari denize bakalım dedik. Sahili başta belediyelerin; Beşiktaş Belediyesi’nin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin eklentileri kapatmış. Deniz Müzesi’nin çaprazına düşen iskelenin yanındaki alandan denizi az biraz görebildik. Barbaros Heykeli’nin bulunduğu alandaki toplar da kaldırılmış. Tam bir betonistan olmuş. Çöl sıcağı burada egemen, öyle çocukların oynadığı alan olmaktan çıkmış. Aman Allahım hemen buradan gidelim. Kabataş’a kadar sahilden zaten gidemezsiniz, eskiden de böyleydi. Peki, Kabataş’a otobüsle gidip sahile bakalım. Fındıklı’da indik otobüsten. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin yan tarafında oturacak yerler vardı. Kalmamış. Belediyeler bir takım eklentiler yapmışlar. Ta Karaköy’e kadar Galataport ucubesi, kıyıyı halka yasaklamış. Halk değil oralarda dolaşan Birleşmiş Milletler’in Genel Merkezi sanki. Halk yok, halt var. Halk kentin can damarlarından sürülmüş. Karaköy’de denize kavuşuyoruz. Denize bakıyoruz. Almanlar gelip ayaklarını denize sokuyor, bizimkilerden bazıları balık tutuyor. Vapurlar iskeleye yanaşıp yolcu indiriyor. Sıcaktan bunalınca Galata Köprüsü’nden yürüyerek Eminönü tarafına geçelim diye ayaklanıyoruz. Yeme-içme yerlerinde de sokaklarda da Türkler azınlıkta. Eminönü’nde kalabalık ve tur teknelerinin gürültüsü bizi yüzgeri ediyor.
Tramvay ve Tünel’den İstiklâl Caddesi üzerinde yürümeye başlıyoruz. İranlı, Güney Afrikalı, Alman, Gürcü, Peştun, Hintli var ama Türk yok. Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi’nin üzerine bir otel konmuş. Galeri ise içi boya kovalarıyla dolu.
IRKÇILIĞIN ANATOMİK ÇÖZÜMLEMESİ
Azıcık ırkçı olayım diyorum içimden. Gelenlerin anatomik çözümlemesine girişiyorum. İranlı olduğunu kestirdiğim sevimli bir çocuk dizime çarpıyor. Acaba bir tokat mı patlatsam yoksa… Saçını okşamakla yetiniyorum. Doğrusu da bu. Almanlar, Fransızca konuşanlar derken bu gelenlerin, yiyen içenlerin aslında oturduğu yere oturup oturmamla bir ilişkilerinin olmadığının ayrımına varıyorum.
PASTA ADİL BÖLÜŞÜLMÜYOR DOSTLAR
Pasta adil bölüşülse, iyot almak için kıyılardan yararlanabilsek turistlerin yediği içtiği yerlerde yiyip içebilsek, belki bu uç örnek, simit alıp yiyebilsek, sinemaya, tiyatroya bilet alabilsek çocuklar ev önlerinde top oynasalar, her gördüğümüz yabancıya düşman gözüyle bakar mıyız derken böyle bir yazı yazılır mıydı?
Neyse işiniz gücünüz rast gelsin…
Nevzat Yılmaz
‘Serebral Palsi, Halk Arasında Beyin Felci Olarak Biliniyor’