KÖŞE YAZILARIZeynepçe

Stratejizmin Satranç Taşları – Zeynep Ersen yazdı…

Güzelce konuşlandı bir adam televizyondaki koltuğuna. Yüzü, çok kullanılmış bir hamur silgiye benziyordu. Karşısında, belki iki saattir sandalyelerine mıhlanmış bekleyen, kendisi gibi yedi gösterici, ki bunlar ellerindeki su tabancasıyla aktüaliteye dair miskin sorularını soracaklar. Hamur silgiye su işlemeyecek ve sonunda yedi çift el cıp cıp alkışlayacak.

‘Bunlar tamam, her günkü bir olay’, diye düşündü izleyici. ‘Bugünkü emzik ne?’

Bir dağın tepesine inşa edilmiş olan bir camiden başladı koltuk söze. Sonra ülkemizin muhalif sanatçılarının sorgulanmasına geçildi. Tüm bunlar kabız şurubu kıvamında veriliyordu.

Maziye daldı.

Hamur silgi izleyiciyi, yani Kerem’i, bir zamanlar kendisine, yirmi otuz gün kadar tanınmış kuvvetle, mukavva üzerine yaptığı yağlı boya resimlere götürmüştü. Renklerin önlerine katıp sürükledikleri sezgisel bir perspektiften oluşmuşlardı bu resimler. Akıl yürütümü umumiyetle saatler yontuyordu. Kimi zaman kedi,güneş, kuş, hatta bir defasında bir ermiş belirdi. Ama her tamamlanmış resim bir nevi çamurdan bir doyuma ulaşma idi Kerem’in gözünde.

Kendisine genç yaşlarında resim ‘bilgi’sinden bahşetmiş olan, ve tekrar, resmin sevgisini aşılamış olan, Azeri öğretmeni, bu otuz kadar resmi gördüğünde çok heyecanlanmış, ‘’Güzel oğlum, çok cesur fırça darbeleri, aferin, resimlerini bundan böyle büyük tuvallere yap. Gün gelir, Rusya’da senin için sergi açabiliriz. Kendine güven’’, demişti. Kerem kendine pek de güvenmemişti doğrusu. Ama çok mutlu olmuştu. Resimlerin Türkiye’de bir değerlendirmesini merak edip, onları Nişantaşı’nda bir galeriye götürmüştü sonra.

Galeriye adım attığında, duvarlarda yan yana dizilmiş kuyu resimlerini gördü. Bir düzine kadar. Saat daha erken. Kimsecikler yok.

Üst kata çıktı. Sesleri takip ederek bir odaya vardı. Galeriyi yöneten hanımın karşısında, aşağıdaki kuyuların ressamı duruyor. Bu ne şans?

Kerem, ‘Er Meydanı’ burası; Hadi cesaret’ dedi kendine.

Merhabalaşma sonrası kalın dosyasındaki resimlerden rast gele on adet kadar çıkardı ve soran bakışlarla yerinde durdu.

Galeri yöneticisi kadın ağzını açmadı.

–        Siz bence hiç resim yapmayın!, dedi kesin bir dille kuyuların ressamı.

İşte, teşekkür etti ve oradan ayrıldı Kerem.

Sonra,okuldan iki arkadaşıyla beraber Taksim’de bir kafede oturmuş hoşbeşleşen ağabeyinin yanına yollandı. Ağabeyinin yanındaki iki arkadaşı da çocukluğundan beri tanır ve özellikle bir tanesini, çok severdi.

Olanları anlattı. Biraz bulantısı vardı.

–        Ya sen?, diye sordu çok sevdiği Selen’e; Sen ne diyorsun resimlere?

Çünkü Selen bir sanat tarihçisiydi ve resimlere bir süre önce sanal ortamda bakmıştı Kerem’in ricası üzerine.

–        İnan bana Kerem, resimlere uzun uzun baktım. Çok uzun süre seyrettim. Ama entelektüel hiçbir şey göremedim.

–        Ya!, dedi Kerem, ve ünlemli soru işareti koyan sesiyle‘’Sevdin mi?’’, diye ısrarladı sorusunu

–        Ya!, dedi. sonra kırmadı arkadaşını ve sevmeye karar verdi.

Ağabeyi, önemli olanın öğretmeninin ağzından çıkanlar olduğunu söyleyerek kardeşine destek verdi.

Resimlerin akıbeti, birkaç yıl sonra, Keremlerin hanesinde bulunan, çocukluğundan beri birikmiş her resimle birlikte yırtılıp bir çöp konteynerine atılmak oldu. Belki o an bir deliydi. Belki gaflet anı. ‘Fakat’, diye düşündü Kerem her zaman, ‘Onlar zaten gerektiği gibi kaydedildi. Zihnimde ya da bilemediğim başka yerlerde. Bu kadarmış ömürleri. Hepsi bu.’ Ve resimleri çöp konteynerine helal etti.

Televizyonun koltuk ve sandalyelerinde bir kargaşa kopunca düşüncelerinden uyandı Kerem. Baktı: Yapay bir coşku sunumunda, göstericiler hala lolipop yalıyordu. Sıkılıp televizyonu kapattı ve hanesinden dışarı çıktı. Yağmur kokusunda aşkla ve fakat dikkat basan ayaklarla yürüyordu. Yerde, yol kenarına alınması gereken salyangozlar vardı.

Uzaktan, elleri bellerinin arkasına kenetli iki yaşlı adam görününce gayrı ihtiyari kulaklarını kabarttı.

–         Ne olacak peki? Ya ben, içimdeki nefreti nasıl ıslah edeceğim?

–         Bilemiyorum. Ama doğru söyledin. Ülkemizde camiiler artık yalnızca stratejizmin birer satranç taşı. Münevver insanlar barakalarda çürüsün diye yontulmuş taşlar. Üstelik çok da ehiller bu saldırganlıklarında. Sanatçılara gelince. Çoğu kendisini zanaatçıdan üstün görür. Zanaatçı işini sever, bunun dışında bir izlemi yoktur. Sanatçıyım diye geçinen pek çoğu ise ismini pompalar ve ‘yersen’ der. Onlarında hiç biri satranç taşından öte değildir.

İzleyici bir salyangozu ezdiğinin farkına varmadı.

Zeynep Ersen

Başa dön tuşu