KÖŞE YAZILARIUlaş Karakaya

Ulaş-Kavuş Ve Bir Necati – Ulaş Karakaya yazdı…

Yaz daktilo hanım bu bir aşk mektubudur…

Doğu Karadeniz‘in sarp ve çetin yollarında, kamyondan bozma, 46 model iki Chevrolet otobüs yol alır. Saat sekizde Giresun‘dan kalkan bu otobüslerden birincisinin alnında ”Kavuş” yazmaktadır. Ordu‘dan aynı saatte yola çıkanın alnında ise diğerine nazire yaparcasına ”Ulaş” yazar. Otobüsler daha henüz ticari markalaşma ile tanışmadığından alınlarındaki isimleri ile anılmaktadır.

”Ulaş ve Kavuş” kimbilir belkide dünyanın en güzel en naif otobos pardon otobüs isimlerine sahiptir. İkinci Dünya Savaşının kapısından kıl payı dönüldüğü yoksul, yoksun zamanlardır. Halk içten içe İsmet Paşa‘ya kızmaktadır. İsmet Paşa’ya kızgınlıkla söylenen ”Bizi ekmeksiz bıraktın” yakarışına İsmet İnönü‘nün verdiği yanıt cumhuriyet tarihin en unutulmaz yanıtlarındandır:
”Sizi ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım.”

Bizim Necati ise hem babasız, hem ekmeksiz, hem çaresizdir. Ama öyle bir an gelir; insan kendisini bulunduğu yere ait hissetmez;bir gitme isteği uyanır. Yabancısı olur artık,bacı-gardaşın, baba yadigarı ahşap evin, rutubet kokan odanın,iç ısıtan gaz lambasının, o gölgesinde türkü söylediği ihtiyar ıhlamur ağacının…

Rutubet kokan oda şimdi çokça ayrılık kokmaktadır. İçi içine sığmaz olur ve o an işte önemli bir karar verir.

Geceler gebedir gün doğmadan neler doğar be Necati !

Koş özgürlüğüne…
Sonra hiç olmadığı kadar çok koştu. Köyden şehre kaçıyordu. Soluklandı, bir nefes aldı. On beşinde bir genç adam nasıl soluklanıyorsa öyle. Korku, kaygı, bilinmezlik ve tecrübesizlik dolu bir nefes… Ama içinde deniz varsa bir şeyin umutta vardır. Denizin kokusunu duydu. Delişmen dalgaların sesini,ayrılığın son nefesini verdi. Tekrar toparlandı. Hiç durmamakcasına, var gücüyle koştu Karadeniz’in kollarına doğru…

Vardı nihayet şehre… Karanlık şehre değil sanki üzerine çökmüştü. Gücünü topladı. Yüreciğine dokundu. Yatacak bir yer bulmalıydı. Buldu.

Sığındı üstü açık bir kamyon kasasına. Dua etti Allah’a, bu gece es geçsin diye Karadeniz caranakları(sağanakları). Yarına Allah kerim ! Ellerini hiç okşanmamış başına yastık yaptı, gökyüzünü o malum gece sımsıcak bir yorgan bildi. Gökyüzüne baktı; yıldızlardan dilek tutmadı ama saydı uyumadan önce. Bir, iki, üç…Ya sonra… Anımsadı; ‘‘Yıldızlı gecelerde yağmur yağmaz.” derdi rahmetli anacuğazı. Bir göz odada öldüydü,dokuzundaydı. Ya babası onu hiç bilmedi. Anasının sözünü haşa, gökyüzüne emir bilmişti. Güvendi.Onu hürmet ve hasretle yad edip derin bir oh çekti.

Uyumadan önce müsaadenizle son bir hayal kurdu. Bit pazarına nur yağdığı bir akşam çekecekti lacileri, bir arabası olacaktı sıfır, 45 model Chevrolet. Sonra gezecekti şehri baştan başa. Arabayı çalıştırmak için hamle yaptı sonra eli gitti kalbine. Yüreğinin sızısı ciğerine vurdu. Öksürdü içindekileri atmak ister gibi. Tıkandı,tükendi ve daldı içinde yağmur geçmeyen geceye…

Böyle başladı hikayesi Şoför Necati‘nin…

Belki de aynı akşam Çınarlar…

Vurulmuştu ya Mehmet o kızın gözlerine. Kız da boş değildir elbet. Radyoda henüz içkili meyhaneye düşmeyen bir sanatçı sesi duyuldu. Sanki şarkı Mehmet’i anlatıyordu:
”Gördüğüm günden beri,
Olmuşum inan deli
O gün ki gördüm seni,
Yaktın ah yaktın beni.”

Ne demişti ihtiyar berduş:
”Sevmek ve içmek cesaret işidir.” Sonra ilave etmişti. ‘‘Herkes sevmeyi bilmez. O yüzden yarı yolda tökezler ve kaybeder bu gönül oyununu. Ekledi; Herkes içki içmeyi bilmez. Özellikle rakıyı yüreği sağlam insanlar içmeli o yüzden eski gedikli meyhanelerde yürek kazınırmış rakı güğümlerine. O rakı güğümüne elini uzatan önce yüreği tutarmış.Sonra edebini…”

Mehmet bir kez daha görmek ister gönlüne düşeni. Ne çare…

Neden bu ağaçlar bu kadar kudretli? Bu deli sarmaşıklar neden engel?

Haklıydı berduş; sevmek cesaret işiydi. Yüreğini tuttu kuş gibi atıyordu. Topladı, çıkardı, karekökünü aldı, böldü bir sürü hesap yaptı. Sonra çözdü. Kızın evi yalnız Çınarlar Caminin şerefesinden görülüyordu. Yatsı ezanının okunmasına daha vardı. Müezzinden önce fırladı. Minarenin kapısından içeri hızla girip merdivenleri aynı hızla tırmandı. Minarenin şerefesinde belirdi. Madem şerefesine çıktı Çınarlar Caminin, ezan okumadan inmek olmazdı.

Ne büyük bir sevdadır Mehmed’in sevdası…Eli kulağında…

”Tanrı uludur” diye başladı okumaya,
”Haydin Namaza
Haydin Felaha” diye bitirdi. Hem ezanı okuyor hem de gönlünün düştüğü kızın pencerede belirmesini bekliyordu. Pencerenin tahta kapakları açılıverdi ve iç ısıtan bir gülümseme.

Çınarlar Camii’nin merdivenlerinden öyle mutlu iniyordu ki merdivenlerde rastlaştığı müezzinin manalı bakışlarını bile önemsemedi. Başıyla teşekkür etti. Müezzin arkasından bakakaldı. Namaz saatini şaşıran cemaati diyanete, zamansız ezan okuyan Mehmet’i yukarıya havale etti.

Gün ağardı. Kamyon kasasında,o gece yukarının koruduğu genç adamın yüzüne güneş vurdu. Sabahı etmişti demek ki Necati. Hayata meydan okuduğu ilk geceyi kazasız belasız geçirmişti.Gür bir motor sesi duyuldu. Önce kamyon çalışıyor sandı irkildi. Sonra gökyüzüne baktı bu Teyyaredüzü’nden kalkan iki kişilik Giresun uçağıydı. Yüksek bir ücretle kiralanıyor ve müşterisine Giresun üstünde 7 tur attırılıyordu. Her babayiğidin harcı değildi ona binmek.

‘Kimi gezdiriyordu acep?’
Sesli mi düşünmüştü? Kamyonun arkasında duran, Hitler bıyıklı, takım elbiseli ihtiyar sanki onu duymuş gibi yanıt verdi:
”Saydaş karısı” var onu gezdiriyor yine. Başımıza taş yağacak bu gidişle” dedi. Onu duymazdan gelerek atladı bir umut kamyon kasasından.

O sırada onu izleyen bir şöför kendisinden yardım istedi. Çevik ve oldukça hızlı bir şekilde arabanın üstüne çıktı.
Bavulları bir hamlede indirdi.
”Bu çocukta iş var.”
Alna yazılan başa gelir.Onun bir kamyon kasasında başlayan yeni yaşamı gözü pekliği ve hareketliliği sayesinde hızla değişecekti. Genç Necati, artık evsiz, yurtsuz Necati değildi. O ‘‘Otobüs Muavini Necati’ydi”

Hem de dünyanın en güzel iki otobüs isminden birisinin muavini olmuştu. Muavinlik deyip geçme sakın ha!

Otobüsün alnında yazan isim ‘Ulaş’tı. Muavin Necati’nin alnı ise üstüpüyle karalanmıştı.

Necati Gökçe, Ulaş’ta yol alıp geceleri, Ulaş’ın çiftli koltuğunda hayalleriyle beraber uyurken; bu kamyondan bozma otobüsü evi bilmişti. Onun her şeyi bu otobüstü. Evi, işi her şeyi ona borçluydu. Borcuna sadıktı ve Ulaş’a bir nevi aşıktı.

Akşam çöker usulca ve yabancısı olmadığı bilindik içi ısıtan bir çiğse.

Mehmet, Çınarlar’ da ıhlamur ağaçlarının dibine çöker ve çise ile birlikte ağlar. Çünkü sevdiği kadının babasının tayini Ordu’ya çıkmıştır. Ayrılık ölümden hüzünlüdür. Yollar ayrılmıştır. Bir daha kavuşmayacaktır(!) Kavuşacaktır. Çünkü kavuşmama o güzelim otobüslerin ismine büyük haksızlık olacaktır.

O malum günler. Ekmekler karne ile dağıtılmakta aşklar için ise beyaz bir zarf, kalpler kadar temiz bir sayfa ve divit bir kalem gereklidir. Zaman azdır, hasret ağır basmaktadır. Ve posta idaresi her zaman o kadar hızlı değildir.

Mehmet kalemi alır ve yazmaya başlar. O yazdıkça mektubun içindeki kelimeler adeta sevgilinin yüzüne dönüşür. Anlam bulur. Mehmet, hürmetle selamlamakta ve gözlerinden öpmektedir. Hayır utanmakta öpememektedir.

Ve gönderilecek olan artık sadece bir mektup değildir. Sevgilinin kokusudur, sevgilinin elidir, o incecik narin parmaklarıdır. Mektubun her katlanışı gül kurutan parmakların kokusunu hapseder kıvrımlara.

”Size bu mektubu çok zorlukla yazıyorum.” Şair şöyle der. ”Bir mektup yaz ellerinden çıkmış olsun.” ve sonuna ekler; ”sen mektubundan önce gel”

Kurumuş gül yaprakları bırakılmış ve gül kokuları sürülmüş zarf artık emin ellerdedir. Necati Gökçe mektubu Mehmet Yamak‘tan almış ve her ne pahasına olursa olsun sahibine ulaştıracağına söz vermiştir.

Muavin Necati kendi hayallerinin üzerine sünger çekecek ve aşıkların kavuşması için o günden sonra elinden ne geliyorsa yapacaktır. Ulaş’ın çok önemli bir emaneti vardır ve yerine varmak zorundadır. İşte sel.. Yolu sel basıyor, yaşlı bir kadın selin ortasında… Necati mektup ıslanmasın diye saklıyor yürek cebinde. Necati fırlıyor, otobüstekiler nefesini tutuyor ve sonra Necati yaşlı kadını sırtladığı gibi karşı kıyıya geçiriyor. Geri döndüğünde mektuba tekrar bakıyor. Sapasağlam.Derin bir nefes…

Az ileride bir rampada duruyor Ulaş. Bu otobüslerde o zamanlar el freni olmadığı için rampada durunca arkalarına takoz koymak gerekiyor ve Necati fırlıyor tekrar yerinden. Takozu brakıyor. Eli yine göğsünde, kontrolde. Muavin ve takoz diyerek geçme!

Giresun’da takoz koymadığı için devrilen bir otobüste tam 18 kişi ölüyor. Mahkemesinde, hakim ile otobüs personeli arasında şöyle bir diyalog geçtiği rivayet edilir:
-”18 vatandaşın ölümüne sebep olmuşsun. Ne diyeceksin ?’
-”Onlar vatandaş değil hakim bey. Alucralı!”

Bu trajik yanıt şöyle dursun Necati mektubuyla Ordu‘ya varıyor. Güzeller güzeli Mediha mektubu alıyor ve kendi mektubunu vererek ve teşekkür ederek geldiği yöne doğru koşmaya başlıyor. Necati mutlu…

Dönemin gazetelerinde, kadın gözyaşlarının mikroplar karşısında etkili olduğu yazıyor. Mediha
”Oy Mehmedim Memhedim
Sana küstüm demedim.” diyerek tüm mikroplara savaş ilan ediyor ve kazanmakta…

Mehmet Esnaf’ın arabaları olan Ulaş ile Kavuş, Abdal‘da (Piraziz) geçişiyor. Birbirlerine iki sevdalı gibi bakışıyor ve Karadeniz yağmurları ile yol alıyorlar. Fındık ağaçları dallarını eğiyor ve adeta selam duruyor, konfeti gibi yaprak dökecekler bir rüzgar çıksa. Yanlarından gıptayla otobüs şoförlerine bakan bir at arabacı geçiyor. Keşke diyor…

Ulaş kavuşturuyor. Muavin Necati bağırıyor (Gülyalı’nın eski adı Abulhayır) ”Abulhayır Abdal” diye bağırınca tüm Abulhayır sakinleri içten içe kızmakta Necati’ye. Necati’nin gözlerinin içi gülüyor çünkü mutlu. Çünkü…

Bir gelin bir damat ve bir düğün arabası geçiyor yanlarından korna çalarak. Necati’nin gözleri nemleniyor ve sonra bir koltuğun arkasına geçiyor ve Necati ağlayarak hatırlıyor ellerinde kuruyan mürekkeplerin izini…

Bu Karadeniz‘in şose yollarında başlayan ve sonu güzel biten bir aşk hikayesidir. Mehmet ile Mediha kavuşuyor. Ve o mektuplar üç fidan bırakıyor geriye: Zafer, İbrahim ve Fatih….

Necati kavuşuyor sevdiğine. Ulaş’ta başlayan yolculuğu Kavuş’un şoför koltuğunda devam ediyor. O artık herkesin gıpta ile baktığı bir şoför ve adı ve lakabı da öylece kalacak geleceğe: ”Şoför Necati.”

Bir arabası olacak ileride hem de Chevrolet. Ulaş hurdaya çıkacak ve sonra Kavuş da. Ama Kavuş’tan bir hatıra alacak. Otobüsün sahibi Mehmet Esnaf ona Kavuş’un motor aksamını arabasına takması için verecek. O motoru öyle ilk günkü gibi, bir mektubu sever gibi sevecek ve emanet bilecek. İlerleyen dönemin tüm ünlü siyasetçileri Demirel‘den, Erbakan‘a, Özal‘a kadar arabasının misafiri olacak…

Ve sonra ne zaman pulsuz bir mektup görse ne zaman bir Chevrolet görse saf bir mürekkep damlayacak gözlerinden…

Ulaş ve Kavuş birbirini seven iki otobüstü yalnız bir yerde rastlaşıp Karadeniz dağlarının ıssızlığında kavuştular…

Çal o günler için…

”Ordu’nun Dereleri
Aksa yukarı aksa”

Necati Gökçe eski fotoğraflara bakıp hüzünlü gözlerle ve iç geçirerek şöyle diyecek…

”Ey gidi araba ey.”

İsmet Paşa’ya soracaklar ve muhtemelen o da şöyle diyecek:
”Sizi ekmeksiz bıraktım ama aşksız bırakmadım.”

Bir gün bir Ulaş çıkacak ve tüm imkansız aşklar için üç nokta bırakacak. Ulaş’ın tekerleklerine bırakılan bir takoz gibi…

Yaz daktilo hanım üç nüsha bu hikaye burada bitmez…

Ulaş Karakaya

Not: Bu güzel hikayenin oluşmasında katkıları nedeniyle hayat hikayesinin önemli bir dilimini paylaşan Sayın Necati Gökçe’ye, yazıma katkılarından dolayı Sayın Nurdeniz Gökçe’ye ve değerli Gökçe ailesine, Sayın İbrahim Yamak’a, Sayın Zafer Yamak’a, Sayın Abdullah Tirali’ye, Sayın Seçkin Aksoy’a, Sayın Ömer Cinel’e,sayın Gökalp Kabacaoğlu’na, sayın Tuncer Dervişoğlu’na kocaman teşekkürler.

Başa dön tuşu