KÖŞE YAZILARIUlaş Karakaya

Durali Destanı – Ulaş Karakaya yazdı…

Ay kapkaraydı; kan rengi vardı şafakta. Bu iyi bir işaret sayılmazdı.
Tan yeri ağarırken koçlar toslaşıp, kurtlar ulumaya başladı. Koca kurt sırtını verip ırkdaşlarına yalavuz gine uçurumun ağzına doğru ilerledi ve kehribar rengi yaldırayan gözlerini dikerek, çam ağaçlarının heybetiyle bilinmezliğe doğru uzanan görkemli vadiyi izlemeye koyuldu.

Sis bulutunun içinde ilerleyen ineklerin kelek sesi duyuldu. Ardından, boylarından büyük çubuklarıyla gelen altın başlı, güneş yanığı suratlı, çilli çocukların ayak sesleri işitildi…

Uzaklardan, bulutların üstünden yağız atıyla dört nala gelen biri vardı. Geceyi yarmış güne doğru ilerliyordu. At üstünde öyle gidiyordu ki sanki atın sekili ayakları, sabah çisesi vurmuş ıslak toprağa değmiyordu. Atın kesilmek bilmeyen soluğu usulcacık sise karışıyordu. At burnundan öyle soluyordu ki bütün o devasa sis yağız atın burun deliklerinden çıkıyor gibiydi.
Atın üstündeki adam bu dağılmayan sisin içinde kendi gözlerinden çok atının keskin gözlerine güveniyordu.
Doludizgin gelen bu atlı adeta kıyamet habercisi sayılan mahşerin dört atlısından birini andırıyordu.

Çok kaçakçı, çok haydut, çok eşkıya yatmıştı bu dağ sırtlarında. Çok asker kaçağını saklamıştı.

Cemile, sarı saçlarına kurban olduğum… Dün geceden beri uyku girmemiş taflan gözlerine bakılmayası… Sedirden bir fırladı; çemberini bile almadan bitiverdi kapıda. Besbellim körpe yüreciği nal seslerini işitmişti.

Yağız atlı, bir fraktının önüne geldi. Dairesel bir manevra yaptı; sonra atını geri çekti. Ve son hızla hedefine varmak üzere fraktının üzerinden atladı.

Atından, daha önce hiç olmadığı kadar heybetli bir şekilde indi. Kasketini düzeltti. Ceketinin yakasını kaldırdı ve ilerledi. Yüzündeki çocukça masumiyetten artık iz yoktu ve o güzel gülüşünü bir daha kimse göremeyecekti. Cemile‘nin basireti bağlanmıştı. Ayakları bir türlü ileri gitmiyordu. Sıtma nöbetine benzer bir titremeye tutuldu. Oysa o yokken ne türküler ne gaydeler söylemişti..

”Duman geliyor duman Çal Dağından beri 
ben yarimi görmedim orak ayından beri…”

Bakışmadılar; bakışamadılar. Sessizce, kimsesizce ve uzunca bir vakit tek bir soluk almadan durdular. Kasketini çıkarıp bir suçlu gibi iki elinin arasına aldı.

”Dördünü de öldürdüm.” dedi.

Bir anda songüze döndü mevsim, kayın ve çam ağaçlarının arasından iç ürperten garip bir yel peyda oldu. Bu beni bekleme demenin nazikçesiydi. Aslında dün geceden beri beklediği sualin cevabın almıştı. Ama konduramıyordu işte. Sağ döndüğüne mi sevinsin yoksa onu kaybettiğine mi bilemedi! Ne diyecekti…
Cemile’nin dudakları çocukken mühürlendiği gibi mühürlenmişti.

Anaları çocukken ağızlarına ağu sürerdi. Niye sürmesin. Kaçak saklarlardı. Dayıları, emicileri ve oğulları hep hökümetten kaçardı. Adam vurup vurup kaçarlardı; dağlara…

Ama yavuklusunun adam vuracağını hem de dört tane adam vuracağını çocukken hayaline getirememişti. Dünyanın en acı hissini yeniden yaşadı. Çaresizlik denen menem, nalet şeyi; kardeşini Aksu Deresi aldığında da böyle bir çaresizlik yaşamıştı. Adı ak kendi kanlı dere…
Nice canlara kıydın. Nice canlar sen gürüldeyip akarken birbirlerine kıydı.
İşte yavuklusu da etmişti edeceğini…

Atın heybesinden sarı bir şal çıkardı. Adettendir, düğününde Cemile’nin saçlarına atacaktı.
Dört cana kıymıştı ama bir kadına şal verecek cesareti yoktu. Dikenliğin üzerine bıraktı.

Atına atladığı gibi geri döndü, yağız atın sırtındaki yük ağırlaşmıştı. Uzun bir ayrılığı taşıyor; gelecek umutlarının üzerine basarak, her şeyi geride bırakarak gidiyordu.
Karanlığa,mahpusluğuna doğru sürdü atını…

Bu dehşetengiz dağlarda gün darısı yerine fırın darısı makbuldür. Gün ışığı yerine karanlık gören…

Koca kurt uçurumun dibinden döndü ve tüm katil ırkdaşlarını peşine takıp şafak sökmez bir ülkeye doğru ilerledi.

Sekiz bahar, sekiz güz geçti üstünden ve sekiz kara kış…

Yeditepeli şehirde; Galata‘da Domuz sokağında…
Esrarkeş, papelci, çarıkçı, zarfçı, işportacı ve kaldırımcıların sokağında…
Hiç kadın dudağı görmemiş dudakları, en orta yerinden patladı, anasının, büyük dedesinin yanında sevmeye utandığı başından ise oluk oluk kan geliyordu.

Beş kişi; apansızın çullanmışlardı üstüne. Onu ortaya almışlar ve acımasızca vurmaya başlamışlardı. Neresi denk gelirse, sanki tüm tükenmişliklerinin intikamını alıyorlardı. Sanki bunun sonu yoktu. Düşünceleri bulanıklaştı. Gerçek ile düş arasında bir yerdeydi.

Aralarından sıyrılıp son bir gayret gökyüzüne doğru bakmak istiyordu. Bir mavilik geldi gözünün önüne. Aman dileseydi ya. Aman dilemek yakışık almazdı. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. İçlerinden en iri yarısı, saçlarından tuttu; kanlar içindeki başını kurbanlık bir koyununun kesilmiş kellesinden tutar gibi, tutup kaldırdı. İlyas, Son gücünü en son diyeceği için topladı. Bu sözlerinin İstanbul serserilerine bir şey ifade edip etmeyeceğinden emin değildi ama kelime-i şehadet yerine bunu söylemek istiyordu.

Bu sözlerde bir yerlerden güç almanın ve giderayak korku salmanın emareleri vardı.
Son soluğunu almadan bağırdı…

”Ben Durali’nin köylüsüyüm.”

Önce bir sessizlik, sonra toprak zangırdadı.

Köşede potin bağı satan kör satıcı işitti. Sonra Galata’nın keşleri…
Gökyüzünde daha önce görülmemiş bir şimşek çaktı; İstanbul’dan uzaklarda anasının ciğerine bir acı oturdu.

Sırtında sepeti, ayağında kara lastiği, gül işlemeli çoraplarını çekmek için eğildi. İşte yüreğine korda o zaman düştü. Oğlu askerden biriktirdiği parayla almıştı bu güllü çorabını ne severdi.

Nuruosmaniye de, mahalle arasında top oynayan çocuklar üzerinde sinekler uçuşan bir ceset gördü. Bekçi Sadık koştu ağzında düdüğüyle…

”İlyas” diye bir kadın çığlığı her yanı kapladı. Sanki onun rüzgarıyla açıldı dere kenarındaki kahvenin kapısı.
Sırtını duvara dayamış, makosenlerinin tabanlarına basan adamın saçlarına değdi bu nalet rüzgar…

Kahvenin adı Raşhomon, ismini eski bir Japon filminden alıyordu. Gireson‘un en korkulan en uzak durulası kahvesiydi. Sahibi Rum Andon‘du. 6-7 Eylül olaylarında kahvesiyle beraber her şeyi geride bırakıp Yunanistan’a kaçmıştı. Kahvenin namı dilden dile yayılmıştı.

Raşhomon; şeytanların kapısı demekti. İçeride çokça aksak ve aksi adam vardı.
Kapının üstünde dışarıdan görülebilecek şekilde, metal bir plaka üzerinde Aksak Timur‘un bir sözü yazılıydı;
”İki efendi paylaştığı sürece dünyanın bir değeri yoktur.”

Kahvedekilerin hepsi sabıkalıydı. Sabıka bu kahveye tek giriş şartıydı. Kahveci Rasim işletiyordu. Eski bir kiralık…

Kahvenin tam ortasında, içinde fındık kabuğu olan bir mangal yanıyordu. Akşamları zenit marka bir gramafon alaturka şarkılar çalıyor, içerisi, yüzleri sapsarı kesilmiş esrar çekenler yüzünden bir bulutla kaplanıyordu. Alkolü fazla kaçıranlar için Kahveci Rasim’in çırağı Asım, İğneci Halis’ten apamorfin şırıngası alıp geliyordu. Artık ustası olmuştu iğneciliğin…

İçlerinde müebbet yiyip afla çıkanlardan tutun da idam ilmeğini boynunda son anda çıkartanlara kadar bir sürü tehlikeli adam vardı. Ama en korkulanı makosenlerinin tabanına basıp yürüyordu. Ne alkole ne esrara bulaşıyor; ara sıra yeşil elmalı nargile içiyordu. Köyünün kokusunu duyuyordu besbelli…

Sırtını, küflenmiş Menderes resmi ile bitişik duran Mustafa Kemal Paşa‘nın atlı bir fotoğrafının asılı durduğu rutubetli sarı duvara dayayıp oturuyordu. 30’una yeni basmıştı. Seferberlik zamanı ölen büyükanası koymuştu ismini: ”Durali”

Tam sekiz bahar önceydi…
Ağabeyine pusu kurup vuranları tek tek bulmak ve intikamını almak istiyordu.

Açlık ve intikam ikisi de tetikleyicidir. İkisine de sahipti.
Ot biçmeden kazandığı bir kaç kuruşu vardı.

Bir tek eksiği tabancası yoktu. Keşap‘ın yüksek köylerinde iyi tabanca yaparlar. Karabulduk‘tan öte gideceksin. Çamlıca, Armutdüzü, soracaksın…

Kendi kasabasında da iyi tabanca yapanlar vardır ama vuracağın adamlar o köylüyse; intikam duyulmaya görsün. Tavuklar gibi kaçışır hasımlar…

Resmi takvime göre bir 14 Mart sabahıydı. Hökümetlerin hesapları geçmez, kocakarıların hesabı kabuldür. Martın başlangıcı sayılır. Keyvanılar, Mart Bozumu derler. O gün eve giren ilk kişinin martı bozduğuna kanaat ederler.

Fındık bahçesinin içindeki eski köy evine;makosenli bir uşak yanaştı.
Makosen ayakkabıyı, geçen sene irahmetlik olmuş fındık tüccarı Fevzi‘nin, ihtiyar karısı vermişti. Tam ayağına oturmuştu.
Tabanlarına bastığı ayakkabısını eşikte bıraktı. Lacivert ceketinin yakasını kaldırdı. Kapıya tekme koymasıyla açılması bir oldu. Özdemir oradaydı, sofrada çocuklarının arasında korkak bir kancık gibi titriyordu.

Durali’nin boyu çokta uzun sayılmazdı. Oysa mutfak kapısında duran adam artık adeta bir devi andırıyordu.
Özdemir; ninesinden çocukken çok masal dinlemişti işte o masallardaki dev kanlı canlı karşında duruyordu ve artık kaçacak yeri yoktu.

Durali, sümüğünü yutarcasına içine çekti. Tabancasının kabzası ile burnuna dokundu.
”Yenge çocuklarını al ve git” dedi.

Kadın yalvarmayı deneyemedi. Suçluydu kör olasıca kocası.
Ve adamın gözlerinde af işareti yoktu. İkiz kızlarını kaptığı gibi kolundan fırladı. Bir kaç adım atıp geri döndü ve sadece iki bakır sahan olan tereğe yanaştı.
Sahanların arkasında, beş sene önce kartala kaptırdığı oğlunun fotoğrafını aldı; göğsüne bastırarak çıktı; gitti.

Fındık bahçesinden aşağıya doğru çocukları kucağında koşarken; üç el silah sesi duydu. Makosenler diğer üç evi de aynı şekilde dolaştı.

Martı tabanca ile bozan adam lanetlenir. Durali o gün lanetlendi. Hem de dört kere…

Korkusu önce komşu köylerden kasabaya sonra şehre doğru yayılmıştı.
Anlatılanlara göre; Durali ile hasımlığı olmayan yerüklü kadınlar o gece bebelerini düşürmüş, çocuklarının dilleri tutulmuştu. Civar köylerde, gaz lambaları 40 gün sönmemiş; kurtlar göç eylemiş, ayılar inlerine çekilmişti. Suçsuz olanlar bile sindiler. Böyle korkunç zamanlarda suçsuz olanlar siner.

Şehirde yatacak yeri olmayan; kah sabahçı kahvesinde kah hamamda yatan gazete müvezzisi çocuk, şehrin pazarında büyük bir zaferi duyurmak isteyen bir savaş kahramanı gibi bağırıyordu:
”Dört kişiyi gözünü kırpmadan öldüren, intikamını alan Durali’yi yazıyor.”

Elinde şapkası ile sağdan sola, soldan sağa zıplayarak koşuyordu. İçinde anlamlandıramadığı büyük bir heyecan ve sevinç vardı. Sesi bir anda bıçak gibi kesildi. Ceketinin önünü ilikledi. Büyük bir hörmet ve saygı ile karşıdan geleni beklemeye koyuldu.

Bu gelen Keşaplı Destancı Eyüp‘dü. Gazeteci çocuk hep onun gibi Destancı olmak isterdi. Başkalarının yazdığı haberleri değil de kendi yazdığı destanları satıp para kazanmayı düşlerdi.

Eyüp’ün koltuk altlarında ki saman kağıtlarında yepyeni tazecik bir destan vardı…

Geçen hafta anlattığı destanın mürekkepleri daha henüz kurumamış; tüm yakın köylere yayılmış ve kulaktan kulağa gelişerek ve inanılarak büyümüştü…

”Bir ejderha yatmış Batlama da köprüye
Kapamış tüm yolları, geçit vermez kimseye
Karadeniz atmış bir hışımlık dalgasıyla
Ne zaman alacak deli deniz bu illeti geriye.”

Destan içine katılanlara gelişiyordu. Ejderhanın başında taç varsa o sene zenginler ölecek diye söyleniyordu.
Başında benek varsa ihtiyarlar ölecek;ortasında iz varsa orta yaşlılar, kuyruğunda tüy var ise işte o zaman çocuklar ölecekti.

Belkide çocukların dilinin tutulması bu peşpeşe gelen iki olay ile alakalı diyen nefesi kuvvetli hocalarda vardı.

Dili tutulanlardan biride küçük Cemal‘di. Nereden işittiyse Ejderha‘nın kuyruğunda tüy olduğunu…
Durali’nin olayı da üstüne gelmiş ve bir daha konuşamamıştı. İntikamın ne kadar korkunç bir şey olduğu kazınmıştı zihnine…
Cemal’in topal dayısı, Destancı Eyüp’den yeni destan almak için hızla ilerledi. Çünkü, yeni destan kapış kapış gidiyordu.

Eyüp bağırıyordu: ”Hediyesi 25 kuruşa. Durali’nin Destanı…”

Sonra pazarın içinde ilerliyor, yoğurt ve süt alanların arasına dalıyor, destanın içeriğinden bir kaç maniyi bağırarak söylüyor ve tüm dikkatleri yeniden üzerine çekiyordu.

”Durali mahpustan çıkacak 
Dört kişiyi daha vuracak.”

Köyden gelen garibanlar ahlar ve eyvahlar içinde destanı okuma bilenlere okutmak için 25 kuruşa satın alıyordu. Kimse destandan geri kalmak istemiyordu.

”Durali’nin Destanı” daha önce hiç olmadığı bir şekilde hızla tükenmişti. Gazete müvezzisi çocuk almıştı en sonuncusunu. Eyüp, şapkasını okşayarak sevmişti keratayı…

Durali efsanesi yayılıyordu. Destan, köylerde cami yanlarında delikanlılar tarafından konuşuluyordu.

”Adam kendi köylüsünün gündüz bile korkarak gireceği köye gece girip baskın vermiş.”

Destan, mezarlık başlarında, üç kulhu bir elhamdan sonra okunuyordu.

”Durali var ya haşa demiş ki -Gökleri nizama sokmak lazım.”

”Ne adamlar geldi ,geçti ne kocamanlar, ne gençler böylesi işitilmedi.”

”Duydun mu Durali avukat istememiş. Benim avukatım tabancam demiş. ”

İki kişiyi bir araya gelse hemen bu mevzu açılıyordu.

”Durali’nin hakimi Şerif bey, geçen bir çocuğa arabasıyla vurmuş sonra kendine ceza kesmişmiş.Yeni çıkmış içerden”

”Galdirik turşusu yiyenler cesur olur.”

Gece yatsıdan sonra edilen sohbetlerde okuma bilenler biraz kendilerini ağırdan satarak okumaya başlıyordu. Muhtar Menderes bunlardan biriydi. Esas adı Adnan ama köylü Menderes der. Destanı biraz ballandırarak ve içine kendinden de bürokratik yorumlar katarak gaz lambasının kutsal ışığının altında okuyordu. Sırtı odun, ve kemre şeleği taşımaktan kamburlaşmış nineler, sigara yüzünden ömrünün son demini yaşayan öksürüklü, veremsük ihtiyarlar hele altınbaşlı çocuklar, hepsi şayanı dikkat kesilmiş dinliyordu. Tek bir kelimesini bile kaçırmak istemiyorlardı.

Keyvanılar, ocaklıklarda fetir ekmeği pişiriyordu. Durali ile ilgili yeni işittiklerini birbirlerine anlatıyorlardı: ”Bu Durali’nin ninesi onu yedileme için kışın Eğribel’den aşırmış, Karagöl’e sokmuş. Oğlan gık bile dememiş.”

Konuşmalara kulak misafiri olan yeni gelin Fadime, ineğin yalını omuzlayıp giderken, kocakarıların sözüne kıkırdayarak karışıyordu. Başka zaman olsa ayıplanırdı ama bu başkaydı…
‘Bir de yavuklusu varmış, yüksek köylerin birinde.”

Vardı ya Cemile!
Bir tek Cemile sevememişti bu destan işini…
Sağ tarafı felçli ve uzun zamandır kendini bilmeyen anası bile hissetmişti, bir garip hal vardı kızında. Cemile üstüne en değerli eşyası sümer battaniyesini çekti; bu yara bir cam kırığı taşımak gibi dedi içinden, sarı şalı yaralanmış göğsüne bastırdı ve gözlerini kapadı uykusuzluğa…

Sekiz bahar sonra…

Raşhomon kahvesinin önünde, esmer boyacı bir uşak makosenleri itinayla boyuyordu. İleri de ıhlamur ağacına sırtını dayamış, ceketinin yakası kalkık duran adam boyacı çocuğu izliyordu. Çocuk boya sandığından bir şeyler aramak için eğilince dikkat etti ve kendi kendine söylendi:
”Ayakkabı boyacılarının ayakkabılarının altı daima yırtıktır.”

Çocuğa ederinden fazlasını verdi. İçeri girip masasına kuruldu. İçeriye tanımadıkları biri yanaşıyordu. Kahvedekilerin elleri hep birden bellerine gitti.

Rasim ”Kime baktın hemşerim?”

”Durali’ye, beni ona gönderdiler.”

Durali, zararsız biri olduğuna kanaat getirmişti. Çünkü buraların adamlarına benzemiyordu. İyi giyimli ve kibar bir görünümü vardı. Belinde şişkinlikte yoktu. Rasim’e onaylar manada gözüyle işaret verdi.

Çırak Asım iki tavşan kanı çay koydu masaya.

Gelen adam bir sağına bir soluna baktı. Durali anlamıştı. Asım’a seslendi:
”Gramofonun sesini aç.”

Gözlerini adamın gözüne dikti ne diyeceğini merak ediyordu.

”Ben kiralık arıyorum. Senden iyisi yokmuş diye duydum. Sizin köyden Abdulllah Çavuş salık etti.”

Durali, kendini geri çekti. Adını sordu.

”Yavuz, Abdullah Çavuşun hatrı var ama ben kiralık değilim. Masamdan kalk.”

Yavuz:
”Beyim bir dinle.”

Anlatmaya başladı.

‘Benim babam ıskatçıydı. Cenazelerden kazandığı para ile geçindirirdi bizi. Anam Rum kızıydı, adı Marika. Çok güzel bir kadın. Babam ölünce bir haller oldu anama. Eve tanımadığım kadınlar ve erkekler gelmeye başladı.
Kurban bayramıydı; Ocakta kuşbaşı et kaynıyordu. Anam beni herifler geldikçe dışarı çıkarıyordu. Meğersem o karılar işte…
Evimizi taşladılar. Taşlanan ev vebalıdır artık. Ben askere gidince, anam ta İstanbullardan buralara kaçmış. İzini buldum. Vurmaya geldim ama tek başıma yapamayacağımı anladım. Çünkü anam burada Zevahir denen bir adamın koruması altına girmiş; beraber iş görürmüşler; saydaş da bir ev varmış onu işletirlermiş. Bu Zevahir denen adam pislik adamın biriymiş. Anamı iki korumayla gezdirirmiş. Mahalleli bu evi istemezmiş ama çok adamı varmış, korku salarlarmış.
Sırf anamı vurdurmak için, Alamanlara gittim para biriktirip geldim. Vurur musun anamı ?”

Ceket cebinden bir tomar para çıkardı.
”Aha işte anamı vurursan hepsi senin.”

Durali’nin başında bir karıncalanma oldu konuşan adamın sesi adeta kulağını tırmalıyordu. Zevahir denen adamı hiç sevmezdi. Ama kadın vurmak namına yakışmazdı.
Bu Yavuz denen boşboğaz adama bir şamar vurması içten bile değildi. Ama o Abdullah Çavuşun hatırı o yok mu elini kolunu bağlıyordu. Durali elinden bir kaza çıkmaması için dudağını ısırdı. Masadan kalktı ve dışarı çıktı.

Yavuz’un gitmeye niyeti yoktu. Durali ile konuşmalarını yan masadan dinleyen Serkis masasına davet etti.

Serkis, 6-7 Eylül olaylarında mahpus olduğu için Yunanistan‘a gidemeyen bir Rum’du. Yavuklusunun isteği ile evlenmelerine izin vermeyen yavuklusunun anasını öldürmüştü.


Sonra yavuklusu ona ziyaret ettiğinde İncil getirmişti. Tabi tövbe etmesi için değil.
İncilin kesilmiş sayfaları arasında Kloroformlu bir bez gizlemişti. Kloroformlu bez ile gardiyanı bayıltmış sonra anahtarları alarak mahpustan kaçmıştı.

Bir müddet diğer kanun kaçakları ile beraber dağlarda saklanmış memleketini soran kaçaklara…

”Kanun kaçaklarının memleketi yoktur.” diye yanıt vermişti.

Gece devriyeler gezer farları vurur yüreciğimin ortasına…

Bir gece vakti yakalanmış, 60 ihtilaliyle beraber çıkan af ile içeriden çıkmıştı. Yunan’a giden sevgilisine kavuşmak için paraya ihtiyacı vardı.

”Çok sunturlu bir iş ama ben vururum ananı.” dedi ve ekledi:
”Bizi buluşturan hainlik.”

Marika üstü açık bir chevrolet taksinin arka koltuğuna kurulurdu. Siyah bir elbise giyer üzerine astragan mantosunu geçirir kırmızı dantelli şapkası ile gazi caddesinden arabayla inerken etrafı süzerdi. Koluna kocaman altından bir bileklik takardı. Peştemallı kadınlar ayıplayarak bakardı. Şoför koltuğunda Hamal Mehmed‘in oğlu Hasbal otururdu. Yanında uzun boyu nedeniyle Deve lakaplı daima eli tetikte olan Deve Sabri

Kennedy‘nin vurulduğu günden üç dört hafta sonraydı. Gazeteler Kennedy’nin posterini vermişti. Marika, posteri en pembe odasına astı. Daldıkça baktı. Bir Menderes’e bir de Kennedy’e çok üzülmüştü. Ah Kennedy ne yakışıklı gencecik adamdı:
”Elleriniz kırılsın gavurlar.”

Camdan dışarı baktı. Yine köylerden gelen öğrenciler odunlarını çalıyordu. Besbelli yakacakları yoktu. Zemheri diye hiç ses etmedi.

Kapıda bekleyen kırmızı chevrolet taksisine binmeden önce kızlara son talimatları verdi. Taksinin üstü kış olduğu için kapalıydı. Zevahir’in evine gidecekti.

Araba Saydaş‘dan yokuş aşağı inerken sağdan ve soldan iki kişi çıktı. İkisinin elinde de birer revolver vardı. Birisi bırakıp gittiği oğluydu. Diğerini tanımıyordu…
Serkis, şoför Hasbal’a üç el ateş etti. Hasbal oracıkta öldü. Yavuz, Deve Sabri’ye dört kez ateş etti birinde başarılı oldu. Geri kalanı Serkis tamamladı. Sonra ilerledi, Yavuz gözlerini kapadı. Serkis anasını tam alnından vurdu.

Serkis altın bilekliği çıkarmak için Marika’nın koluna yöneldi. Bileklikte bir gariplik olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.

Öldüğünde anladılar bilekliğin sahte olduğunu. Yaşamı gibi sahteydi…

Zevahir yalnız kaldıklarında Marika’nın bacaklarında sigara söndürüyor, onu dövüyordu. Bacaklarında o sigaraların izleri vardı. Yüzündeki morluklar acemi bir makyajla gizlenememişti.

Deve Sabri iki metreydi tabuta sığamadı. İki tabutu birleştirdiler.
Marika’yı bir gecenin üçünde garipler mezarlığına gömdüler. Iskatçısı bile yoktu…

Durali’yi bir kadın tuttu kolundan. Yaşlı, gariban bir kadın. Tanımıştı; köylüsüydü.

”Oğlum İlyas dedi askerliğini denizci yaptı. Sonra Gülcemal vapurunda çalışmaya başladı. Orada bir orkestra karısı mı neyim varmış, karısını yerüklü gine bırakıp onun peşine İstanbullara gitti.Gidiş o gidiş gelmedi;gelmez oldu kırk gün,kırk gece bekledik. Karısı doğururken bebesiyle öldü…
Kırklara çıktım. Çok dua ettim ama gelmedi. Karı, vapurdan ayrılıp bir meyhanede çıkmaya başlamış diye işittiydim; rıhtımdakilerden…
İlyas’a ne yüz verecek elin tangosu. Bizimkisinin hayali işte. Çok bekledim oğlum,nihayet Hilal vapuruyla geldi; cenazesini kendim gömdüm, ellerimle kara toprağa… Bu karının belalıları varmış. Onlar ettiler herhalde bu işi

Kör sıçan şahit onları kara toprağa girseler de bulup soracağım uşağımın hesabını.”

Durali kadının gözlerindeki öfkeyi gördü kendi öfkesine benzetti. Kolunu kadını incitmeden çekerek uzaklaştı. Kadın ise

”Yaylalarda uyur benim nazlı gülüm…
Niye yalnız koydun benim oğlum.”

Diye gayde söyleyerek köyüne doğru gitti…

Zevahir, Yavuz’u buldurtmuştu ve işkenceyle öldürtmüştü. Diğer katil için ipucunu yakalamıştı. Jandarma ve polisten önce bulmak istiyordu.

Karlı bir Giresun gecesiydi. Bir anda çırak Asım’ın yemlediği bütün güvercinler havalandı.
Siyah üstü beyaz damalı bir taksi yanaştı. Önce arka kapıdan iki kişi çıktı. Sonra önde oturan iki kişi indi. Ellerinde tomsonları ile toplam dört kişi…
Arabanın içinde Zevahir vardı ve keyifle Küba pürosu içiyordu. İçten içe söyleniyordu:
”Ben her karıya gönül kaptırmam.”

Dört kişi kahveye doğru otomatik silahlar ile ateş etmeye başladılar. Kurşunların adres sormadığı bir geceydi. Tomsonlar ile kahvenin her yerini taradılar.
Raşhomon’u delik deşik ettiler. Karların üzerine o kadar barut düştü ki;kar simsiyah oldu.
Boş mermi kovanları her yeri kaplamıştı. Geldikleri gibi gittiler…

İçerideki herkes ölmüştü. Sadece bir kişi sağ kurtuldu. Cesetlerin arasından yürüyerek;kapıdan çıktı omzunda bir kurşun yarası vardı. Kurşundan delik deşik olmuş; Aksak Timur’un sözünün altında durdu; ”İki efendi paylaştığı sürece dünyanın bir değeri yoktur.”

Yıllar sonra ilk kez güldü; Durali. Aynı abisini vurdukları zaman güldüğü gibi…

Suskun Cemal tahta pencereye yanaştı; kara kışa doğru kaldırdı camını ve sekiz kış sonra ilk kez dile geldi; defalarca tekrarladı:

”Durali çıkacak
Dört kişiyi vuracak.”

Destancı Eyüp, Perşembe pazarında bağırdı:

”Durali ejderhanın gözüne baktı 
ejder şaşıp kaldı bu işe
Durali çekti tüfengini
Cenk ettiler kırk gün kırk gece”

Hediyesi 25 kuruş…

”yağız atın ayağı sekili
beybabamın saati köstekli
Söyle a akılsız 
Durali ile hasım olunur mu ?”

Eyüp’ün destanları sekiz sene önce olduğu gibi yine hızla tükenmişti.
Sadece bir tane kalmıştı. Gözleri sekiz sene öncesinin, gazete müvezsisi keratasını aradı.
”Olsaydı keşke, Durali’nin destanını o çok severdi. Uzun zaman oldu gözükmüyor…Umarım İlyas, gittiği memlekette iyidir.” dedi.

Makosenlerinin tabanlarını bastı ve ceketinin omzunu kaldırdı ve karlara basarak Giresun’un ara sokaklarında yürüdü.
Marika’nın evine vardı. 13’ünde ha var ha yok, dudakları rujlu ikiz kızlardan başka kimsecikler yoktu. Bunlar Zevahir’in çocuk sermayeleriydi.

Diğer kadınlar pılını pırtısını toplamış kaçmıştı. Kapıdan çıkarken bir an duraksadı. İkiz kızları benzetti ve hatırına geldiğine pişman oldu;içine bir acı oturdu…

Zevahir’in o kara kış gecesi bir tanrı misafiri vardı. Ayakkabılarını,Zeytinlikteki köşkün kapısına bırakıp içeri girmişti. Zevahir’in bacaklarında puro söndürdükten sonra Kafasına ateş etmişti. Tek el…
Siyah arabanın içinde dört ölü daha vardı.
Keşap’ın yüksek köylerinde iyi tabanca yaparlar. Karabulduk’tan öte gideceksin. Çamlıca, Armutdüzü, soracaksın…

Cemile’nin felçli anası ölmeden önce Cemile’nin bitişini izlemişti. Cemile git gide zayıflamış bir deri bir kemik kalmıştı. Anası ağladı. Sol gözünden yaşlar aktı ve o gece ağlayarak öldü.

Cemile’nin babası kendini asmıştı. Tek miras olarak da astığı ipi miras bırakmıştı kızına.
Cemile bildiği bir kaç kelime karaladı. Zaten intihar mektubunun edebi olması gerekmez:
”Sen olsaydın beni öksüz koymazdın.” diyerek bitirdi. Babasının mirasıyla değil, Durali’nin hedayesiyle, sarı şal ile yeşil elma ağacına astı kendini.

Cemile’nin mezarının başına makosenli ayaklar yanaştı, mezarın üzerinde Vargit çiçekleri açmıştı ve bir de koca bir diken…

Yağız atına atladı. İlyas’ın anasına rastladı. Konuşmadan anlaştılar…
”Peki icabına bakarım.”

Dağlara çıktı yüksek dağlara. En yükseğe kurtların zirvesine. Katil ırkdaşlarının yanına vardı ve görkemli vadiyi izlemeye koyuldu.

Çoban köpeklerinin boğazındaki ıltara baktı. Cebinden Karabulduk yapımı tabancasını çıkardı. Bizim ıltarımız da bu dedi içinden…

Yüksek yerlerde saklamayı bilirler. Taflan tuzlusu saklarlar. Kiraz tuzlusu saklarlar. Armuttan kaynatıp pekmez saklarlar. Fasile tuzlusu saklarlar. Sır saklarlar. Gir Durali içeri. Destan saklarlar…

Buralarda çocuklarının adını Eşref koyanlar eski bir türkünün kan davasını güderler. Durali koyanlar bir destanın peşinden yürürler.

Yazıyor yazıyor. Durali’nin Destanını yazıyor:

”Durali mahpustan çıkacak
Dört kişiyi daha vuracak.”

Hediyesi 25 kuruş…

Ulaş Karakaya

************
Fraktı: Tarla ya da bahçe çevresine yapılan çit.
Songüz: Kasım aralık son günler
ağu: zehirli ot
gün darısı: Güneşte kurutulan Mısırın öğütülmesiyle elde edilen un
Fırın darısı:Fırınlanmış mısırdan elde edilen un…Yalaş ve Kuymak bu undan yapılır.
Domuz Sokağı: Galatada eski bir sokak adı.Domuz üretilip satıldığı için bu ismi alır. Menderes döneminde ismi değişir
Papelci: Üç kağıt oynatan
Çarıkçı:içine kağıt para konan cüzdana çarık denir.Bunları çalana Çarıkçı denir.Ufak para çantasına ful,yan ceplere fora
Zarfçı: Eski bir dolandırıcılık yöntemi. İçi para olu bir zarf yere düşmüş gibi bırakılır. Sonra geri dönüp bulan adamdan
zarf istenir ve paranın eksik olduğu idda ediir. Zarfı bulan adam ile kavga çıkarılıp cebindeki paralar araklanır
Kaldırımcı: Açıkta bulduğu şeyleri çalma işi
Raşhomon: Akira Kurusawa’nın Oscarlı filmi.
Apomorfin:Kusma merkezindeki dopaminerjik d2 reseptörlerini uyararak kusmaya neden olur.
Vargit Çiçeği: Yayladan göç zamanını belirtir.Vargit açınca göç hazırlıkları başlar
Yerüklü: Gebe kadın
Yalavuz:Yalnız
Yaldırayan:Parlayan
Müvezzi: Dağıtıcı
Veremsük: Veremli
Keyvanı: Yaşlı kadın
Kloroform:Uyuşturucu etkisi olan bir kimyevi madde
Fetir:Saçta pişirilen mayasız yufka ekmeği.
Fasile: Fasulye
Yedileme /Doğu Karadenizin bazı köylerinde,yeni doğan bebeği yedinci gün yedi kaşık su ile yıkarlar. Vaftiz törenlerini andırır. Çerkezlerin ırkın devamı için çocuklarını soğuk suya sokmasına benzetilebilir. Kurtulan yaşamına devam eder. Bir nevi çelikleme denebilir.
ıltar/ çoban köpeklerinin boğazına takılan demir çiviler
Kör Sıçan/Köstebek
Orak Ayı: Temmuz
Taflan: Kirazgillerden Doğu Karadeniz’e özgü bir meyve
Eşref Bey Ağıdı: Giresun yöresinde yaşanmış bir cinayetin hikayesini anlatan türkü
Galdirik Turşusu: Galdirik cesaret otu olarak da bilinir. Hodan otu denir.
Iskatçı :Mezarlık dilencisi
Sunturlu:Karışık, zor
Destancı:O yöreyi ilgilendiren bir olayı manileştirerek yazar . Ve matbaadan çıkardığı,saman kağıdına basılı genelde tek sayfalık destanlarını pazar kurulan günler satar. Bu yörede en önemli destancılardan biri Keşaplı Eyüptür.
Aksu Deresi: Giresun’un Dereli ilçesinin yükseklerinde doğar ve Karadeniz’e dökülür.Her sene bir kişinin canını,kurban niyetine aldığına inanılır

***

Not: *26 Ekim 1960: Genel af. *23 Şubat 1963: Genel af
**Kennedy Ölüm Tarihi: 22 Kasım 1963
***Türk işçiler Almanyaya 31 Ekim 1961`den itibaren gitmeye başladı
****21.06.1966’da Giresun Emniyet müdürlüğünden yapılan açıklamada, Giresun’da kiralık katiller temin edilmeye başlanmıştır.Şehirde geçen sene işlenen cinayetlerin 65’inden sadece birisi tescilli tabanca ile işlenmiştir.

 

Başa dön tuşu