Çığlığın Çocukları – Şenay Lüle yazdı…
Birçok kez uzaklara seyahat etmişti; ama güneşin doğduğu topraklara ilk kez! Başkent Tokyo‘yu ve kiraz çiçeklerinin albenisini hayal etti. Ne güzel şehirdi kim bilir Tokyo ve Kyoto… Hele kiraz ağaçlarının çiçek açtığı bir dönemde gidiyor olması onun için görsel bir şölendi. Belki de zıtlıkların ülkesinde varoluşla yok oluşun izlerini sürmekti amacı! Aslında en çok da Hiroşima‘ya gidiyordu. Yok oluşun ve felaketin kentini, küllerinden yeniden doğuşunu, çocukların çığlığını…
Shinkansen, kurşun trenin konforlu yolculuğunda en çok üç yüz altmış derece dönen koltuklarla, kondüktörün her kompartımana girişinde ve çıkışında yolcuların selam vermesine şaşırdı. Üç buçuk bir yolculukla vardı Hiroşima‘ya. Geleneksel bir kent olan Kyoto’dan sonra gökdelenlerin çokluğunda estetiği aradı durdu. Ve kendisine cazip gelmeyen bu şehrin ışıklarında boğuldu. Sabah olduğunda perdesini aralayıp otelin yirminci katıdan şehri seyretmek istedi. Erik ağaçları çoktan çiçek açmış cehennem doğmuştu. Şimdi sakura zamanıydı. Yüksek binaların arasında sakura ağaçlarını aradı. Fakat bulamadı.
Yıl 1945. Amerikan Hava Kuvvetleri, Japon kentlerini çoktan yerle bir etmişti. Sırada Hiroşima mı vardı? Yenilginin kesin gözüyle bakıldığı Japonya’da, bombalama sırası şimdi de Japonya’da mıydı? O güzel Hiroşima’ya nasıl kıyacaklardı?
Aklında deli sorular uykuya daldı.
Oysa; 5 Ağustos gecesi, sirenler saldırı için çaldı. Sığınaklara kapanan halk, ikinci bir siren sesiyle saldırının geçtiği anonsunu duyunca evlerine gitti.
Çevredeki kentlerden ve lise ile üniversite öğrencilerinden yardımcı gönüllüler, Himariler, Aikolar, Minatolar, Akariler, Enkailer, Kariolar, canını dişine takmış, sığınak kazıyor, yaşlıları ve çocukları daha emniyetli yerlere taşıyorlardı. Pırıl pırıl bir hava vardı o akşam.
Saat 7.09’da Hiroşima semalarında dört adet B/29 uçağının yaklaştığının anonsu yapıldı. Bir dakika sonra da tehlikenin geçtiği bildirildi. Fakat asıl tehlikenin biraz sonra geleceğini hiç kimse bilemedi. Bilemezdi. Uçaklardan birinden Amerikan üssüne, “hava pırıl pırıl, her şey yolunda” talimatı verildikten sonra tarih tersine yazmaya başladı. Hiroşima merkez radyosundaki görevli spiker, “acil uyarı” mesajını aldığında artık çok geçti. Cümlesini tamamlayamadı.
6 Ağustos 1945’te dünyanın ilk atom bombası, Hiroşima kentinin 580 metre üstünde patlarken, havada oluşan yüz metre çapındaki ateş topu anlık bir süre içinde üç yüz bin santigrat dereceye ulaştı. Yeryüzüne indiğinde ise ısısı altı bin dereceydi. Altı bin derece!
Parka geleli birkaç dakika olmuştu. Etrafına bakındı. Parkın tam orta yerindeydi. ‘Savaş Müzesi’nin verdiği iç sıkıntısıyla, felaketlerin felaketini birçok yerde gördüğünü hatırladı. Picasso‘nun “Guernica” tablosunda görmüştü. Vietnam’da görmüştü. Kamboçya’da görmüştü. Kiev’de “savaş müzesi”nde görmüştü. İnsan derisinden yapılmış bir çift eldivenin varlığına dayanamamış müzeden kaçmıştı.
Şimdi de burada! Müzeye girdiği anda slayt gösterisiyle tanıtılan ve Kyoto’yu andıran “bombalama” öncesi, güzel Hiroşima’nın içler acısı hali, boğazında bir yumruk olup, düğümlendi. Mantar biçimli uranyum taşıyan bomba bulutları, sardı sanki ortalığı… Yaralı birçok çocuk, yaşlı, kadın ve erkek fotoğrafları, birbirine yapışmış çocuk oyuncakları, yıkılmış evler, yok olmuş sokaklar, kaybolmuş bir tarih! Gezilmesi zor olan bu müzeyi hızla dolaştı ve dışarı çıktı. “Gelmemeliydim” dedi kendi kendine! Parlak bir güneşin altında kiraz çiçekleri açmıştı. Bembeyaz bir duvağın saflığı gibi… Oysa; barış için Hiroşima’dan sonra, Nagazaki’ye bombalar yağmış, Hiroşima’da 250.000 insan, Nagazaki’de ise 150.000 insan katledilmişti. İnsanlığından utandı ve canı yandı.
“Barış için” demişlerdi. Çok yıllar sonra ise; “o korkunç silahları kullanmak gereksizdi” açıklaması yapılacaktı ve topyekun kıyım lanetlenecekti.
Parka girdiğinde şöyle bir soluklandı. Aslında bir buçuk milyon nüfuslu kentin tamamı barış parkına dönüşmüş ve şehir yeni baştan yaratılmıştı. Eski Hiroşima’nın izinden eser kalmamış hayatta kalan yaşlılar anılarını sadece kendileri yazmış kendi hafızalarında saklamışlardı. Eski sokaklar ve evler yeniden inşa edilirken “Eski Sanat Merkezi” kalmıştı geriye! O da artık “Atom Bombası Kubbesi” olarak anılıyordu. “Konstrüksiyon” olarak! Müzede gördükleri gözlerinin önünde dolaşıyor, ne yapacağını şaşırmış halde boş gözlerle etrafını seyrediyordu.
O ki; savaşın labirentleri arasında dolaşırken karşısında turna kuşlarını gördü. Sadako’nun kuşlarını! Sadako Sasaki, küçük bir kız çocuğunun adıydı. Sadako, Hiroşima’ya bomba atıldığında üç yaşındaydı. Ve Hiroşima’ya yakın bir köyde yaşıyordu. Birçok şeyden habersiz ve mutlu! Savaşta ölmedi ama on yıl sonra hastalanınca, doktorlar “radyasyon sonucu lösemi” teşhisini koydular. Sadako Sasaki ise iyileşeceğine inanıyordu.
Bir Japon inancına göre, yaşlı Japonlar “kağıttan bir turna kuşu yapmak insan şans getirir” derlerdi. Ve Sadako “origami” denen kağıttan kuş yapmayı öğrenerek, kuşlarıı üretmeye başladı. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri, ne komşuları, ne köyü ne de doktorları hastalığının ölümcül olduğunu söyleyemedi. Ve Sadako başladı kuşlarını üretmeye. Bir kuş, iki kuş, beş kuş derken çarçabuk bin adet turna kuşu yaptı. Ağrıları geçmediğinde turna kuşlarının sayısını arttırdı. Ona başka köyde yaşayan çocuklar da katıldı.
Sekiz ay sonra öleceğine inanmadan gözler kapandı. Ve Japonya’nın her yerinden binlerce okul çocukları, Sadako’nun ruhu için, on binlerce turna kuşu yaptı. Sadako’nun ruhu özgür kalsın, atom bombasıyla başka çocuklar ölmesin diye…
Karşısında duran barış anıtı açıldığında o henüz dünyaya gelmemişti. Barış Anıtı’nı görebilmesi ve “Sadako”yu tanıyabilmesi için, bu tarihin üzerinden tamı tamına elli yıl geçmesi gerekiyordu. Tam elli yıl bekledi. Sadako’ya birkaç turna kuşu yapabilmek için tam elli yıl! Ülkesinden çok uzaklardaydı.
Yüksek bir platformun üzerinde bronz bir kız çocuğu heykeli altın bir turna kuşu tutuyordu. Platformun etrafı onu ziyarete gelen, hemen herkesin yaptığı turna kuşları tarafından kuşatılırken, üzerine düşen bir görevi yaptı. Ona beyaz bir turna kuşu hediye etti. Sonra bir turna kuşu daha! Kırmızı bir turna kuşu… Kendi ülkesinin çocuklarını temsilen, Sadako’ya iki turna kuşu uzattı. Sadako kuşları gülümseyerek aldı. Başka çocuklar ölmesin diye!..
Dudaklarında da “Savaş! Bir daha asla” cümlesi döküldü.
Şenay Lüle
Ressam-Yazar