İşkence Yöntemleri (Tarihe Bir Yolculuk) +18 – Ulaş Karakaya yazdı…
“Ne var ki, insan, bir katil olduğu gerçeğiyle hayvanlardan ayrılır. Biyolojik olsun, ekonomik olsun hiçbir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence eden ve bunu yapmaktan haz duyan tek primat insandır.”
–Eric Fromm
Otoritenin birey karşısında tahakküm kurma savaşının bir sonucu olan işkence, başlı başına insan zekasının ürünüdür. İşkence belli bir biriktirmişlik ile geliştiğinden;işkence yapan toplumlar genelde uygar tabir edilen toplumlardır.
Çünkü barbar toplumlar işkence yöntemlerinin inceliğinden ziyade direk öldürme güdüsüyle hareket ederler. İşte bu yüzden öldürme işini bir ritüele dönüştüren ve ince ince işleyen vahşiler-barbarlar değil tam tersine uygar tabir edilen insan topluluklardır.
İnsan zekasının zehri olan bu korkunç yöntemler tarihsel dönemler ve coğrafi şartlar ile alakalı olarak farklılıklar gösterir.
Mitolojik aktarımlar da bile işkencenin silinmeyen derin izlerine rastlanır. Bunlardan en biliniri Prometheus’un uğradığı işkencedir.
Mitolojinin zeka ve kurnazlık atfettiği ateş hırsızı Prometheus, Zeus tarafından masal diyarı Kafkas dağlarına hapsedilir.Zincire vurulu akıbetini bekleyen Prometheus’un her gece karanlık çöktüğünde davetsiz bir misafiri vardır. Bu davetsiz misafir korkunç bir kartaldır. Kartal her gece aksatmadan gelip Prometheus’un karaciğerini yiyecektir. Kemirilerek parçalanan karaciğer, kendini her gün yeniler. Bu modern tıbbın da kabul ettiği, karaciğerin yenilenme sürecine mitsel bir atıftır. Bu yenilenme süreci Prometheus için ise işkenceden başka bir şey değildir. Herkül, Karadeniz’i aşıp Prometheus’u kurtarana kadar bu dayanılmaz işkence ve yenilenme süreci devam edecektir.
Kafkas dağlarından Karadeniz’in karanlık sularına vardığımızda Karadeniz’in unutulmaz kralı VI. Mithradates, en büyük düşmanı Roma’nın paragöz elçisi Konsül- Manius Aquillius’u yenmiş ve ona keseceği unutulmaz cezaya çoktan karar vermiştir. Mithradates, Konsül Aguillus’u eşeğe bindirecek,eşek üzerinde Anadolu kentlerini dolaştıracaktır.
Bu gurur kırıcı gezi sırasında, konsül adını yüksek sesle bağırması, daha doğrusu adını yüksek sesle anırması için zorlanacaktır. Aynı Üçkağıtçı filmindeki,altınlar için girdiği iddiayı, Kemal Sunal’a kaybettikten sonra eşek olup anıran Satılmış Ağa(Ali Şen) gibi.
Ancak, açgözlü konsülün sonu filmdeki gibi eğlenceli bir şekilde bitmeyecektir.
Günler sürecek ,psikolojik işkence ve tramvaya maruz kalan konsül,altın severliğinin cezasını namına yakışan bir şekilde ödeyecektir. VI.Mithradates, Konsül Aguillius’un gözünün doyması için, konsülün boğazından eritilmiş altın ve eritilmiş para akıtacaktır.
Altınlar boğazdan ölüme doğru hızlıca akarken, Fransız nehirlerinden ise bolca kan akmaktadır. Fransız Devriminin, işkenceleri ile anılan ismi Jean-Baptiste Carrier tutukladığı ayaklanmacılar için yiyecek bulamayacağını anladığında, onlar için tek kurtuluşun giyotinde olduğuna karar verecek; giyotinler yetişemediğinde ise kurşunları devreye sokacaktır. Carrier’in, ayaklanmacılar için bulduğu en son çözüm, Lorie Irmağının soğuk suları olacaktır. İki bine yakın tutukluyu gemilere bindirecek,gemileri ırmakta zorunlu yolcularıyla beraber batıracaktır. Aydınlanma çağı,toplu ölümler ile gelmiş ve Jean-Baptiste Carrier ismi korku ve ölüm ile bir anılır olmuştur.
Ancak Carrier esas şöhretine ”Cumhuriyet Evliliği” denen bir işkence yöntemiyle kavuşacaktır. Bu yöntemle , daha önce birbirini tanımayan bir kadın ve erkek ayaklanmacı çırılçıplak soyulduktan sonra sıkıca birbirine bağlanacak ve soğuk suların içine atılacaktır. Daha sonra bu yöntem rahip ve rahibeler üzerinde uygulanacak, kilisenin bakirleri birbirlerine sımsıkı sarılı vaziyette, tanrı huzurunda ilk ve son evliliklerini yapacaklardır!
Tüm bu vahşiliğin mimarı Carrier’in sonuda kurbanlarına benzeyecek ve soğuk giyotin sepetinin içine kellesi düşecektir…
Ege denizine vardığınızda ise sizi Antik Yunan’ın geliştirdiği, tarihin en korkunç işkence aygıtlarından birisi karşılar. Bronz dökülerek yapılmış, Pirinç Boğa adıyla bilinen,bu işkence aleti, boyut olarak gerçek bir boğadan farksızdır. İçine bir insanın sığabileceği boşluk bırakılmış olan boğanın, arka tarafında giriş için bir kapak bulunur.
Suçlu, boğanın içine yerleştirilip; altından ateş yakılır; pirinç boğanın içine kapatılan mahkum,sıcaklığı hissettikçe korkunç acılar çekmeye başlar.Mahkumunun çığlıklarını, bir boğa böğürtüsüne dönüştürmek için ise boğanın burun deliklerine flütler yerleştirilmiştir. Bu kusursuz şekilde tasarlanan işkence aletinin sahibi Perilaus isimli bir mucittir.
İcadı sunduğu gaddar Phalaris Tiranı, mucide bir öneri getirmekte gecikmeyecektir.
”Madem icadından bu kadar eminsin ilk önce senin üzerinde deneyelim. O güzel notaları senden dinleyelim.”
Perilaus bunu kabul ederek icadı olan boğanın içine girmekte tereddüt etmeyecektir.
Ancak deneme olayı gerçeği aratmayacaktır. Mucit ölmek üzereyken,boğanın içinden çıkarılacaktır. Tiranın, mucidi boğadan çıkarma gerekçesi,bu nadide eser, boğayı yapan mucidinin ölümüyle lekelenmemelidir. Mucit Perilaus kurtulduğuna sevinemeyecektir. Perilaus,kayalıklardan diri diri aşağıya atılacaktır.Zekası kendisi için ölümün kapısını açan anahtar olmuştur.
Antik çağların şairi Ovidius bu yaşananlar için şu ölümsüz dizeleri yazar:
“Perilaus, kendi yaptığı boğaca kızartıldı,
Gösterdi nasıl çalıştığını zalim buluşun.”
Meşhur Çin işkencesi tabirinin diyarındayız. Uzak doğuluların işkence konusunda gösterdiği incelik ve gaddarlık batılılardan aşağı kalır cinsten değildir.
Kurban hareket edemeyecek şekilde bağlanır ve sırt üstü bir şekilde suyun altına yerleştirilir. Soğuk su damlacıkları her 5 saniyede bir kurbanın alnına düşer. Saatler ilerledikçe su damlası kurban üzerinde fiziksel hasara neden olur. Ama su esas hasarını henüz vermemiştir. Bu damlaların etkisiyle uyuyamayan kurban, içemediği suyun da etkisi ve damlamaya devam eden suyun yarattığı psikolojik tramva nedeniyle delirir.
Çin’in en meşhur işkencelerinden birisi ise ”Bıçak İşkencesi” diye tabir edilen işkence çeşididir. Bu işkence adeta bir kura çekimine benzer. Bir sepetin içine organ isimleri yazılı bıçaklar konur. Cellat rastgele bir tanesini çeker. Bıçağın üzerinde hangi organın ismi yazıyorsa bıçak ile kurbanın üzerinden o organ kesilip çıkarır. Kurbanın yakınlarının, cellatlara önce kalbi bulması için rüşvet verdiği söylenir.
Cellat, işkence ve ölüm ayrılmaz bir üçlü gibidir. Suçlu ise bu üçlünün kurbanıdır.
Osmanlı topraklarında yine kendine has ceza ve işkence yöntemleri vardır. Gece hırsızlık yapanlar yakalandığında,girdiği evin, hanın ya da dükkanın kapısına asılmaktadır.
Osmanlıya özgü bir işkence ve ölüm cezası da top cezası olarak bilinir. Bu ceza ilk olarak, bir imamın karısını kaçıran bir yeniçeriye kesilecektir. Yeniçeri, kadını çok sevmiş, bu yüzden her şeyi göze alıp hayatını ortaya koymuştur. Kadını gizlemek için saçlarını kazıtmış ve erkek kıyafetleri giydirip yanında dolaştırmıştır. Bu tehlikeli yolculuk Üsküdar’da yakalanmaları ile son bulduğunda artık sonun başlangıcıdır. Yeniçeri, topun ağzına koyulmadan önce çırılçıplak soyulur. Eklem yerlerinden kolu ve bacakları kırılır. Topun içine bir gülle gibi tıkılan bahtsız yeniçerinin son duyduğu kelime ”ateş” olacaktır.
Osmanlı da casuslara uygulanan ceza ise şu şekildedir. Mahkum anadan doğma soyulur,çarmıha gerilip, omuz başları ve kaba etleri ince ince oyulur ve bu oyuklara mumlar yerleştirilip ,yakıldıktan sonra, casus deve üzerinde İstanbul sokaklarını dolaştırılır.
Eğer mahkum tüm bu acıya dayanabilir ve hayatta kalırsa en sonunda idam edilmektedir.
Ne demiş şair:
“Hükmi sultan olmaz ise gelmez hata cellattan.”
Mahkumları yılan gibi görmelerinden olsa gerek,Ortaçağ Avrupa’sının en korkunç işkence yöntemlerinden biri canlı canlı deri soymaydı. Asurlulardan miras olarak gelen ve Flaying denen bu yöntem sonunda,soyulan deriler kilise kapılarına asılırdı. Hatta deri soyma işi toplu bir katliama dönüştüğünde çıkarılan derilerin şehir surlarını kapladığı söylenir.
Perslilerin ise sandallar ile uyguladıkları işkence yöntemi diğer şeytani zekaları aratmaz. Aynı ölçülerde iki sandal alınıyor, kurban sandallardan birine sırtüstü yatırılıyordu. Kurbanın önce başı, ayakları ve elleri dışarıda kalacak şekilde ayarlanıyordu.İkinci sandal diğerinin üzerine ters şekilde konuyordu.Kızgın güneşin altına bırakılan kurbana yiyecek veriliyordu.Kurban eğer bunu reddetmeye kalkarsa iğne batırılıyordu. Bu işkencenin ikinci aşamasında ise bal ve süt karışımı ağza doldurulup,geriye kalan kısmı ile kurbanın yüzü sıvanıyordu. Çok geçmeden yüzüne sinekler ve böcekler konmaya başlayan kurban ısırıklar yüzünden çılgına dönüyordu. Sandalın içinden ise ağır bir koku gelmeye başlıyordu.Bu koku biriken dışkının kokusundan başka bir şey değildi. Bu tür bir işkencenin kurbanları arasında ünlü bir kralda vardı. Kral Mithradates ! Üzerindeki sandal kaldırıldığında etinin yenip yutulmuş olduğu görüldü. Kemikleri bir bok denizinin içindeydi.
Tarihte bilinen en şeytani işkencelerden birisi de fare-sıçan işkencesiydi.Sırtüstü yatırılan kurbanın midesinde çok sayıda yarık açılırdı. Kurbanın karnının üzerine bir cam kafes içinde günlerce aç bırakılmış bir kaç fare konurdu. Cam kafesin üzerinde bırakılan ateş, fareleri tetikler , fare kurbanın vücudunun içine doğru saldırmak zorunda kalıp tüm iç organları parçalardı.
Yine ilginç bir işkence yöntemi olan bufalo- koyun derisi işkencesinde ise, kurban bufalo derisinin içine konur. Ve deri hızlı bir şekilde dikilirdi. Deri güneş altında kurumaya başlayıp,büzüldükçe kurbanın acısı katlanacak, uzun zaman ölmeyi dileyecek ve acılar içinde ölümü bekleyecektir.Koyun derisi işkenceside bunun bir benzeridir. Henüz yeni kesilmiş bir koyunun ıslak derisi gerilerek, çıplak kurbanın vücuduna giydirilip,dikilir. Yine kızgın güneş altına bırakılan deri büzüldükçe mahkumun deriside beraberinde büzülür ve çekilirdi. Hızla çürümeye açlık ve susuzlukta eşlik edince sancılı bir ölüm kaçınılmaz olurdu.
Avrupa’nın soğuk kışları işkenceciler için yeni fikirler doğurmuştu. Çırılçıplak soyulan mahkum, elleri ve ayakları bağlı şekilde sokak ortasında bırakılırdı. Belli saaatlerde kurbanın kafasından aşağı soğuk su aktarılır ve donarak ölmesine yardımcı olunurdu!
Belirli konularda Fransız kalsalar da, işkence konusuna yabancı kalmayan Fransızların uyguladığı su işkencesinde, kurban tahta bir masanın üzerine hareket edemeyecek bir şekilde yatırılıyordu. Mahkumun ağzına yerleştirilen paçavradan aşağıya doğru tuzlu ve kirli su akıtılmaktaydı. Bu su akımı,kurbanda boğulma hissi yaratıyordu. Bir kaç gün sonra mahkum acılar içinde ölüyordu.
Engizisyon dönemi işkencecileri, metal kafeslerin içine koyup astıkları insanların açlıktan ve susuzluktan ölmesini bekliyordu. Ölen kurbanların son misafirleri leş yiyen akbabalar oluyordu.
Avrupa’nın bilinen en gaddar isimlerinden Kazıklı Voyvoda nam-ı değer Kont Drakula’nın insanları bir kazığa oturttuğu ve yemek yerken onların yavaş yavaş ölümlerini izlediği söyleniyordu. Kazık ile öldürdüğü insanların sayısı 20 binler ile ifade ediliyordu.
İnci ya da beyaz işkencesi diye bilinen işkence yönteminde ise mahkum tamamen beyaz ve gürültüsüz bir odaya yerleştiriliyordu. İnsanlar ile iletişim kurmasının önüne geçildikten sonra mahkuma yiyecek olarak beyaz pirinçten başka bir şey verilmiyordu. Bu tecrit süreci, mahkumun tüm duyusal fonksiyonlarının üzerinde büyük bir tahribat yaratıyor ve tüm duyu organlarını işlevsiz hale getiriyordu.
ABD’li ünlü yazar Edgar Alan Poe, Kuyu ve Sarkaç isimli öyküsünde ucunda keskin ve oval bir bıçak bulunan bir sarkaçtan bahseder. Kurban sırt üstü bir şekilde uzanmış sonunu beklerken gözü, yukarıdan yavaş yavaş gelen sarkacın ucundaki bıçağa kayıyordu. Kurban, bıçağın vücuduna girmesinde önce öd patlamasından ölüyordu.
Kutsal kitapların yazdığına göre işkence kurban için bir son değildi. Yeryüzünde biten işkence öbür dünyada da kaynar kazanlar ve cehennemin yakıcı sıcağı ile sürüyordu.
Kutsal kitap atfedilen öksüz İsa’yı bile çarmıha germekten çekinmeyen insanoğlu için isimlerin ve statülerin hiçbir önemi yoktu.
Galeano şöyle diyor:
“İşkenceye maruz kalan birinin itirafının neredeyse hiçbir değeri yoktur. Diğer yandan, o işkence odalarında iktidarın maskesi düşer. İktidar, işkence yaparak, çok korktuğunu itiraf etmiş olur.”
Korkularını itiraf eden işkenceciler günümüzde de teknolojinin gelişimine uyum sağlayarak varlıklarını sürdürüyordu.
Ulaş Karakaya
Kaynaklar
*Mithradates VI Eupator- Roma’nın Büyük Düşmanı-Murat Arslan
*Jean Baptiste Carrier/ Vikipedi
*Tanrının öyküsü/ Robert winston
*http:yunanmitolojisi.com
*Many Hall/Tüm çağların gizli öğretileri
*İşkencenin Tarihi-George Ryley Scott
*Tarihimizden Garip Vakalar/ Reşat Ekrem Koçu
*Evrensel Tarih Arşivi / Getty Images
*Flaying Vikipedi
*Edgar Alan Poe /Kuyu ve Sarkaç
*Eduardo Galeano/Aynalar