KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Melih Cevdet Anday’la Çağdaş Kültür Ve Edebiyatımız – Mehmet Ulusoy yazdı…

Melih Cevdet Anday deyince aklımıza ne gelir öncelikle? Örneğin, çağdaş, ulusal devrimci kültürümüzün oluşmasına katkılarını söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz en başta, onun bir şair, romancı, tiyatro yazarı, eleştirmen-denemeci ve düşünür olarak ürün verdiği 1930’lardan 2000’lere 70 yıllık düşünce ve sanat hayatında önemli, vazgeçilmez bir yeri olduğu kesindir. Cumhuriyet’in aydınlanma, çağdaşlaşma dönüşümlerinin düşünce hayatında, sanat ve edebiyat dünyasında yansımalarının çok yönlü, çok renkli ve toplu bir panaromasını bulabiliriz onda.

Büyük kırılmaları ve dönüşümleri içeren yeni bir çağa girişin eşiğinde 20. yüzyılın kültürel bir blançosu çıkarılmak gerekiyorsa eğer, ilk başvurulacak düşünür va sanatçılarımızdan biridir Anday. Yanlışıyla doğrusuyla, eksiğiyle fazlasıyla, bu bilançonun temel ögelerini, renklerini, tartışma konularını en çok içeren birikimin Anday’ın eleştiri ve denemelerinde olduğu kuşkusuz. Anday, Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la birlikte Garip akımının kurucularından biri olarak öncelikle bir şairdir. Başlangıçta çocukluktan beri arkadaş olduğu Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la aynı şiir anlayışında birlikte olsa da daha sonra duygunun yanında akla ve düşünceye yaptığı vurgu bakımından onlardan ayrıldı.

Onun şiirlerinde duygu düşünceyle birlikte gelişir. Aklın sınırlarının dışına çıkan, düşünceyi takmayan, anlamı önemsemeyen bir şiirden, sanattan yana değildir. Sanat ile bilim, akıl ile duygu, gerçeklik ile düşsellik arasındaki sıkı ve kopmaz bağ, bu bütünsellik, Anday’ın bütün düşünce ve edebiyat yaşamının ana eksenini oluşturur.

GEÇMİŞ KÜLTÜR VE EDEBİYAT BİRİKİMİMİZİN TOPLU BİR DEĞERLENDİRME İHTİYACI VE ANDAY

Onun, “Suçumuz Edebiyat” başlıklı Everest Yayınları’ndan çıkan son kitabı (*), 1930’lardan 90’lara geniş bir zaman aralığında, çoğunluğu “Cumhuriyet” gazetesi olmak üzere çeşitli dergilerde çıkan edebiyatla ilgili eleştiri ve deneme yazılarını içermekte. Kitaptaki makaleler, Anday’ın derin ve çok yönlü entelektüel birikimini büyük ölçüde yansıttığı gibi, Ataç’tan devraldığı dilde sadeleşme yönündeki ödünsüz mücadeleyi ve katkılarını da kendine özgü bir anlatım biçemiyle, sade, öğretici, eğitici bir dille bizlere aktarmakta.

Daha önemlisi, dünden bugüne çağdaş kültürümüz hangi yatakta, hangi değerleri üreterek ve tartışarak, gelişerek, zenginleşerek aktı; bunun toplu bir değerlendirmesine gereksinim var bugün. Sanırım Türk devrimcisinin, sanatçısının en çok gereksinimi, geçmiş 100 yıllık aydınlanma ve modernleşme deneyiminin güvenilir ve sağlıklı kaynaklardan, canlı ve yetkin tanıklıklardan öğrenmektir. Avrasya merkezli yeni bir atılımın eşiğindeyken bunun kültür ve sanat boyutu, kuşkusuz geçmiş yüz yılın çağdaşlaşma ve uluslaşma sürecinin 21. yüzyılın ufkunda bilince çıkarınması ve yeni bir yorumla geleceğe taşınmasıyla oluşturulacaktır. İşte bu değerlendirmenin ya da bilançonun en önemli tanıklarından ve kaynaklarından biridir Anday.

Kitapta değinilen, üzerine çokça kafa yorulan konular nelerdir? Aslında çağdaşlaşma kültürümüzü ilgilendiren hemen her konuya değinilmiştir. En başta, dilde sadeleşme, yani ulusal bir dilin yaratılması için mücadele gelmektedir. Bu, Anday’ın bütün yazılarında nerdeyse temel bir kaygıdır. Çünkü, Halkçılığın ve Türk aydınının başlıca amaçlarından ve görevlerinden biriydi dilde sadeleşme. Bugün de, tehlikeli ve dramatik boyutlara varan dil kirlenmesine, hatta yabancılaşmaya karşı bu mücadele yaşamsal önemini hâlâ koruyor kanımca. Ulusal duyarlılığı sıfırlaşmış hatta eksilerde olan “yeni kuşak” çevirmenlerin, liberal-postmodern romancıların Türkçeye büyük zararlar vermesini ya da alabildiğine bayağılaşan, kabalaşan dil özensizliğini Anday ve kuşağı görseydi herhalde saçını başını yolardı. Tek tük yaşayanlar bu derin üzüntüyü neredeyse her gün yaşıyor. Bu nedenle, Anday’ların mücadele deneyimi ve birikimini günümüze taşımak bir çok bakımdan öğretici ve yol göstericidir.

ULUSAL-EVRENSEL KÜLTÜR VE KLASİKLERİMİZ ÜZERİNE

İkinci bir konu, Batı aydınlanma birikiminin ve temel yapıtlarının, yani klasiklerin dilimize kazandırılması konusudur. Ancak bu sorun ele alınırken, kimi tartışmalı noktalar olsa da, Türkiye’nin çağdaşlaşma ve uluslaşmasının özgün karakterine karşı büyük bir duyarlılık dikkati çekiyor. Kitabın ana temalarından birini de düşünce ve edebiyatta ulusal karakter, özgünlük arayışı oluşturuyor dersek yanlış olmaz.

Batı klasiklerinin dilimize çeverilmesi çok önemliydi, ama bu, daha işin başlangıcını oluşturuyordu. Daha önemlisi, bu klasiklerdeki birikimin Türkiye gerçekliğinde, Türk modernleşmesinde doğru ve eleştirel bir yorumla benimsenmesidir. Batı’nın bilim, sanat, düşünce ve yöntem birikimini eleştirel bir bakışla inceleyip, bağımsız, özgün ulusal bir yorumla ülkemiz gerçekliğine uyarlayabilmekti marifet. Günümüzde bile hâlâ çok güçlü bir Batı kopyacısı, ezberci “aydın” kuşağının varlığını düşünürsek, onun çabasının inkar edilmez önemi daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, emperyalist kültür kuşatması o kadar güçlü ki, Batı merkezli, oryantalist düşünce tuzaklarına Anday bile yer yer düşmekten kurtulamamıştır. Ancak yine de şunu diyebiliriz: Türk düşünce ve edebiyatına bu alanda en büyük katkıyı yapanlardan biridir Melih Cevdet Anday.

Belki bir nesnelliktir, Türk aydınının o günkü devraldığı bilgi birikimiyle ve olanaklarla göremeyeceği bir olgudur; 1945’lerden sonra Batı’da, düşünce ve sanat-edebiyat alanında hızla aydınlanmacı-akılcı bir eksenden uzaklaşma ve postmodern bir kültürün egemen hale gelmesi. CIA denetiminde, toplumsal ve gerçekçi sanata karşı yeni sanat-edebiyat akımlarının icadedildiği, popülerleştirildiği bu dönem, emperyalist kültürün büyük tuzakları ve oyunları ile doluydu. Özellikle Kemalizmin ulusalcılık ilkesinden uzaklaşmanın kaygan zemininde Anday gibi bir çok Türk aydınının ulusal kültür konusundaki duyarlılıklarının perdelenmesi, bazı yanılgılarının oluşması belki de kaçınılmazdı.

Örneğin, Anday’ın dilde önemli bir gelişme olarak sözünü ettiği “Yapısalcılık” ve “Göstergebilim”, günümüzde daha açıklıkla görüldüğü gibi, bu süreçte gerçekçilikten ve akılcılıktan kopuş ve öznelcilik üzerinden postmodernizme sürüklenişin geçiş aşaması rolünü oynamışlardır. Buna, postmodern edebiyatın önde gelen isimleri Borges ve Kundera üzerine değinilerinde de rastlamak mümkün. Öyle anlaşıyor ki Anday, roman sanatının gerek içerik gerekse biçimsel vazgeçilmez özellikleri üzerinde, 1960’lar ve 70’lerde, Yapısalcılık ve Postyapısalcılığın oynadığı, sırasıyla, gerçeklikten kopartıcı-öznelci ve dokubozucu, anlamsızlaştırıcı, yıkıcı rolü pek de algılayabilmiş görünmüyor.

“Klasik üstüne” başlıklı bölümdeki makalelerin özünü, aslında ulusal karakterimizi yansıtan evrensel nitelikte yazar veya eserlerimizin olup olmadığı oluşturmakta. Diğer bir deyişle Anday, ulusal devrimimizin çağdaş kültürel temellerinin sağlam ya da zayıf noktalarını, yetersizliklerini araştırıyor, sorguluyor. Ancak, ulusal kültürün oluşturucularını kaba-mekanik bir mantıkla ele almak doğru mu? Bu noktada Yunus Emre, ulusal dilin ve edebiyatın kurucusu olarak bizim evrenselimiz olabilirken Mevlana tartışmalı oluyor. Ayrıca yazar, Fuat Köprülü, İlhan Başgöz, Abdülbaki Göpınarlı, Sabahattin Eyüboğlu, Atilla Özkırımlı üzerinden, Türk ulusal kültüründeki evrensel içeriğini Dede Korkut, Şah İsmail, Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan ve Ziya Gökalp’te tartışıyor. Bu tartışmalarda -çağdaşlık ve bilimsellik açısından önemli olsa da- fazlasıyla Batı merkezli ölçütlerin belirleyici olduğu dikkati çekiyor. Ayrıca, örneğin evrensel nitelik açısından ulusal klasiklerimize girmesi gereken “Divanı Lügat it Türk”, “Kutadgu Bilig”, “Dede Korkut”, Farsça yazsa da bizim kültürümüzün kurucularından olan Mesnevi’nin, hatta Siyasetnamenin neden klasik kabul edilmediği yadırgatıcı değil mi? Kuşkusuz bu isimlere, evrenselliği tartışmasız kabul edilmiş Nazım Hikmet’i de eklemek gerekmez mi?

ELEŞTİRİ KÜLTÜRÜMÜZ NASIL YOK EDİLDİ?

Kitaptaki makaleler, bugün için de önemini koruyan edebiyatın evrensel ve ulusal, toplumsal ve estetik bir çok temel sorununu tartışması açısından güncelliğini korumaktadır. Eleştiri geleneğinin de ortadan kalktığı günümüzde, Anday’ın bu kültüre katkıları hâlâ aşılamamıştır. Edebiyatta estetik düzeyin, sanatsal niteliğin yükseltilmesi, çağdaş ölçütlerde tanımlanması bu katkıların başında gelir. Başta roman olmak üzere, Türk edebiyatının estetik, içerik-biçim, ulusallık-evrensellik sorunları, toplumsal gerçeklikle ilişki, dünya edebiyatındaki yeri vb sorunları kapsamlı ve bir çok yerli-yabancı yazar üzerinden ele alınmaktadır.

Eleştiri deyince; diliyle, üslubuyla Anday’dan çok şey öğrendiğimiz bu alanda Türk düşünce hayatının ve edebiyatın ne büyük bir kriz içinde olduğunu anımsamamak mümkün mü? Krizin kaynağı, kuşkusuz, nesnel gerçekliği, bilimselliği reddeden, öznelliği yücelten, dolayısıyla gerçeğin ve doğrunun evrensel ortak bir ölçütü olmadığını, gerçeğin bilinemeyeceğini, herkesin kendi doğrusu olabileceğini iddia eden küreselciliğin postmodernist-görececi kültürüdür. Eleştirinin gelişebilmesi için gerekli bilimsel ve akılcı ortak ölçütler yerine ortaçağ kültürüyle, hurafeyle birleşen postmodern kültürün egemen hale gelmesiyle eleştiri kültürü de büyük ölçüde yok edildi. Eleştirinin yerini ya övgü ve yağcılık ya da suçlama, çamur atma ve küfür aldı. Bugün çağdaş kültürümüzde ciddi bir çoraklaşma, sığlaşma, bayağılaşma yaşanıyorsa eğer, nedeni bu olgulardır.

Oysa eleştiri, bilimin ve akılcılığın, yani gerçeğe, en doğruya ve en güzele ulaşmanın vazgeçilmez araçlarından ve yöntemlerinden biridir. Eleştiri bir sanat yapıtının yaşam kaynağıdır, tamamlayıcısıdır, yetkinleştiricisidir. Oysa bugün bu gelenek övgü ya da yergiye veya sıradan bir tanıtıma indirgenmiştir. Cumhuriyet kültürünün bilimi ve akılcılığı esas alan aydınlanmacılığı Anday’ın da içinde yer aldığı, Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Fethi Naci, Asım Bezirci gibi yazarların öncülük ettiği bir eleştiri-özeleştiri ve nitelikli-düzeyli tartışma kültürünün temelleri atılmıştı. Ancak bu temeller son kırk yılın karşıdevrim sürecinde aşama aşama yıkıldı. İşte Anday bu kültürün en etkili, en nitelikli temsilcilerinden biriydi. Bugün de bu açıdan yeri doldurulmuş ve aşılmış değildir.

ROMAN ÖLMEDİ, YENİLENEREK YAŞAMINI SÜRDÜRECEK

“Roman üzerine” başlıklı bölüm ise, gerek dünya gerekse Türk romanı üzerine değiniler, karşılaştırmalar, yorumlar, değerlendirmeler içermekte. Shakespeare, Goethe ve Stendhal’den Balzac’a, Gogol’den Turgenyev’e, Dostoyevski ve Tolstoy’a, Kafka’dan Borges ve Kundera’ya dünya edebiyatının gerçekçi ve postmodern önemli isimleri, roman sanatının çeşitli sorunlarını tartışıldığı makalelerde ele alınmakta. Yine Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Tanpınar gibi önde gelen yazarları üzerinden Türk romanının içeriksel ve biçimsel sorunları tartışılmakta. Toplumsal/toplumcu gerçekçi bir çizgide gelişen Türk romanının, 1920-1980 döneminde en çok eleştiri konusu olan yönü, estetik niteliği gözardı eden kaba gerçekçilikti. Gerçeklikle ilgili önemli-önemsiz ayrımı yapılmadan, anlatıya ıvır zıvır her şeyin doldurulduğu kaba (Natüralist: Doğacı) yansıtmacılık ve sanat olarak romanla toplumbilim ve tarihçiliğin karıştırılması, bu tür gerçekçiliğin, estetiği ve sanatsal niteliği önemsizleştiren bir biçimiydi.

Fethi Naci’nin eleştirmenliğine değinen “Gerçekçilik tartışması” başlıklı makalede bu konuyla ilgili olarak Anday, Tolstoy ve Dostoyevski’yi örnek göstererek önemli noktalara vurgu yapıyor. Bir anısıyla bağlantılı çarpıcı örnek veriyor: Romanımızda bu tür açık saçıklıkların gerçekçilik sayılabildiğine şaşan dostum rahmetli Ekber Babayev, Moskova’da iken bir gün bana, ′Tolstoy ′Savaş ve Barış’ romanında Nataşa’nın bir gününü anlatırken, tuvalete gittiğini söylemez’ demişti. Hiç unutmam” (s.158). En ilginç örneklerini Joyce’un “Ulysses” romanında gördüğümüz bu “çıplak”, açık saçık gerçekçiliğin günümüz postmodern edebiyatında pornolaşmaya kadar vardığını görmemek olanaksız.

Anday’ın roman sanatı üzerine en anlamlı saptaması ve değerlendirmesi üzerinde çok boyutlu durulması gerekir. Orada Anday, 19. yüzyıl romanından 20. yüzyıl romanının önemli bir farkının şiire yaklaşmış olması olduğunu belirtir: “Yirminci yüzyıl romanı şiire yaklaşmıştır, hadi söyleyelim şiir mantığı ile yazılmaktadır. Başka bir deyişle bu yeni romanlar kolay kolay anlatılamaz. (…) Bir olaylar dizisi olmaktan gittikçe uzaklaştığı ortaya çıkıyor yeni romanın…” (s.210).

Kuşkusuz burada ciddi bir soru gündeme geliyor. Bunun somut örnekleri nedir ve şiirselliği nasıl açıklanıyor, bu yok. Yoksa, aynı makalede örnek olarak değinilen Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık”la öncülük ettiği “büyülü gerçekçilik” mi yanıt? Batı’da 19. yüzyıl romanının olumlu yönde aşılmakta olduğu kanısını içeren bu genellemenin başka bir açılımı daha var: “Bir olaylar dizisi olmaktan gittikçe uzaklaşan”, yani romanın omurgasını oluşturan, zaman akışına, artzamanlılığa dayanan hikayenin sona erdiği postmodern roman… “Romanda şiirselleşme” derken işin buraya geleceğini kuşkusuz Anday’ın görememesi doğaldır. Çünkü bizde postmodern dokubozumunun, başkalaşmanın asıl ürünleri onun ölümünden sonra sahne aldı.

Yine de, o büyük birikimi ve sezgisiyle romanın Batı merkezli kötü yazgısını görebilmiştir. Ancak bunu evrensel bir olguymuş gibi ifade etmesi Batıcılıktan kaynaklanan bir yanılgı olsa gerek. “Gerçekçi ve deneyselci” başlıklı makalesinde şu saptamaları yapıyor: “Romanın yıkılışı, çağımızın Proust, Joyce, Woolf, Kafka gibi romancıları ile daha da hızlandı ve Fransız ′nouveau roman’ı ile doruğuna ulaştı” (s.226). Bu saptama, Batının çöküşünün kültürel ifadesi olan ve bunu evrensel bir gerçeklikmiş gibi Batı dışındaki dünyaya da dayatan postmodernizmin “sanatın sonu”, “romanın sonu” vb söylemlerinin bizdeki yansımalarının bir ifadesi değil mi?

Anday, bu etkilenmenin yarattığı yanılgıyı, yaklaşık sekiz yıl sonraki “Romana ne oldu?” başlıklı bir başka makalesinde şu toparlayıcı ve daha gerçekçi değerlendirmeyle düzeltmektedir: “Romanın öldüğüne inanmıyorum, ama onun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve sanırım ki, roman da, oyun da şiire yaklaşıyor. Bilimin bunca egemen olduğu bir dünyada bundan başka çare yoktur” (s.255).

Özetle; Melih Cevdet Anday, hatalarıyla, yanılgılarıyla Türk aydınlanmasının ve eleştiri kültürümüzün büyük bir birikimi, çok yönlü, renkli bir temsilcisidir. Ondan öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki! Anday’lardan öğrenmek ve onları aşmak, sanatçı ve eleştirmen için bir ölçüttür, bir atlama çıtasıdır; dolayısıyla bu, Cumhuriyetçi aydının önemli bir görevidir. Onların birikimini yeterince özümleyip aşmak, Türk Devriminin bugününü ve geleceğini aydınlatmanın temel bir koşuludur.

 

 

Mehmet Ulusoy

 

 

 

 

* Melih Cevdet Anday, “Suçumuz Edebiyat”, Yayına hazırlayan Yalçın Armağan, Everest yayınları, 1. basım, İstanbul, 2017.

Başa dön tuşu