İnsanın Kendisinden Başka Kurtarıcısı Yoktur – Oğuz Kemal Özkan yazdı…
16 Ağustos 2001’de yitirdiğimiz Abdullah Rıza Ergüven, bütün kimliklerinden, sıfatlarından önce -kendi deyimiyle- varlığın gerçek yüzünü açıklamaya, olayların, olguların aynası olmaya çalışan bir aydınlatıcı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdikten ve uzun süren kamu görevlerinden sonra yaşam O’nu İsveç’e sürükler. Orada önce Stockholm Üniversitesi’nde İsveç Dili ve Yazını alanında eğitim görür ve sonra Stockholm Üniversitesi’nde Türkolog olarak çalışmaya başlar. Kitapları hem anadilinde Türkçe hem de İsveççe yayımlanır.
Yazın alanında şiirden, araştırmaya kadar pek çok alanda ürünler verdi. “Yasak Tümceler” romanında dine hakaret gerekçesiyle mahkûm oldu. “Dinlerin Kökeni ve İslam’da Reform” ve “Gece de Güneş Doğar” kitapları hakkında da soruşturmalar açıldı. Son yıllarında ülkesinden ayrı kalma acısını yaşayan bir yazar olarak yapıtlarını anadilinde yazmaya devam etti. Buna bir de ülkesinde yok sayılması eklendi.
Ergüven, Baudelaire’in “Şiirler”, Mayakovski’nin “Mektuplar”, “Vladimir Mayakoovski: Yaşamı Sanatı Şiirleri” ve Albert Camus’nün “Caligula” eserlerini de Türkçeye kazandırmıştı.“Tanrıları Nasıl Yarattık?” adlı kitabıyla 2000 yılında Turan Dursun Araştırma-İnceleme Ödülü’ne layık görüldü.
Berfin Yayınları’ndan üçüncü baskısı yapılan “Tanrılar Neyi Yarattı?” kitabında ilkel insanları etkileyen söylentileri, alışkanlıkları sorgularken “Düşünen İnsan”a vurgu yapar. “Düşünceli yaratık insan”dan başka hiçbir canlının doğayı, evreni inceleme yeteneğinin olmamasını insanın kendi özü ile ilişkisinin en önemli kanıtı sayar.
“Tanrılar Neyi Yarattı?” sorusuna gelirsek; yazar aslında bu kitapta bu sorunun cevabını aramıyor aksine bu sorunun yanıtını aramanın insanlığı nasıl karanlığa götürdüğünü ortaya koyuyor. Doğa olaylarını Tanrı’ya bağlayan, tanrısal eylemler olarak gören insanın nesnel gerçeklerden uzaklaştığını ve karanlığa doğru yol aldığını söylüyor. Bilimin her şeyi açıklayamayacağını söyleyenlerin, Tanrı’yla ilişki kurduklarını iddia ederek ve imgesel doğaötesini karşımıza çıkartarak kendi iktidarlarına giden yolları hazırladıklarını vurguluyor.
Doğa ile ilgili güçlüklerin, anlaşmazlıkların, bugün için bilinmeyenlerin bilim yolu ile çözüleceğine inandığını belirten yazar, usgücüsel açılımlarla çabayı sürdürmenin en doğru yol olduğuna inanıyor. Doğanın kesinliği, sürekliliği, değişim, dönüşüm, oluşum, gelişim, başkalaşım gibi gerçekleri yani yasaları bütün açıklığı ile gözlerimizin önünde iken “dışarıdan elkoyma” diye bir durum söz konusu olamaz. Tabi ki doğanın, evrenin de insanlara tüm canlılara güvenceli bir yer olabilme düşüncesi, amacı, tasarısı da olamaz. Doğa sadece, eylemler bütünü. Doğa, ürünlerini koşullar bütünlendikten sonra ortaya çıkarır. Doğanın gözlemlerle, deneyimlerle tespit edilen tek gerçeği ve davranış şekli budur. Doğanın hiçbir şey umurunda değil, kendi doğrultusu bile!
Doğanın hâlâ bilinmeyen tarafları varsa, bazı davranışlarını anlayamıyorsak bu bilgi eksikliğimizden kaynaklanan bir durumdur. İmgesel doğaötesinin varlığının delili bu değildir. Bilinmezlikler, belirsizlikler insanı, usa aykırı imgesel doğaötesine değil aksine merak duygusu ile birlikte daha çok araştırmaya yönlendirmelidir. İnsan binlerce yıldır bilgisini, deneyimlerini bu şekilde artırmıştır; inceleyip, araştırılması mümkün olmayan doğaötesi yollara girerek değil. Yoksa yazarın sorduğu ve dediği gibi; “İnsanlık öküz kağnısından elektronik uzay araçlarına, güneş dizgesinin dışındaki gezegenlerle ilişki kurma çabalarına nasıl gelişebilirdi? Engeller aşıldıkça gözle görünen durumlar da çözümünü bulacak.”
Evrenin varoluşu, başlangıcı, ne zaman yaratıldığı gibi başlıklarda yazarın kitapta değindiği önemli konular. Evrenin bir güç tarafından tasarlandığı düşüncesine karşı çıkan Ergüven, “kendiselliğin yapısı olarak evren, neden varola gelmiş olmasın? Bir nesneye sınır çizmek, onu sınırlamak yeryüzü yaşamına değin alışkanlığın tepkisi, yanılgısı” diyerek düşüncesini açıklıyor. Evrenin nasıl ve ne zaman yaratıldığına hiçbir Tanrının ve dinin cevap veremediğini, “Tanrılar Neyi Yarattı?” sorusunun yanıtının nesnel açıklaması olmadığı için bu sorunun karanlığa yol açtığını söylüyor. Bilim, her zaman bilmeye, araştırmaya, incelemeye, eleştirel düşünceye açık. Katılıktan, donukluktan hoşlanmaz. Bilim yüceliğini bu yaklaşımdan alır. Din ise “Evet” deyiciler ister. Düşünmeyen sürüler ister. Din, sanısal, düşlemsel, coşkusal, duygusal kanıların ürünüdür. Dondurulmuş, katı inançlarını tartışma konusu yaptırmazlar. Tartışmaya açık olmadan hangi gerçeğe ulaşılabilir?
Yazar; “Tarih boyunca din sözcülerini, onların yandaşlarını inceleyin; ya kral olmak isterler ya da bir boyun başı! Onların çağrıları öncelikle kendi durumlarını korumak amacını güder” diyerek bilim ile dinin çatışmasının kökenlerine iniyor. Binlerce, din, mezhep, tarikat hem bilime savaş açmışlardı hem de birbirlerine!
Din diye bir şey olmadığına inanan Abdullah Rıza Ergüven’in çocukluk deneyimleri ile sorgulamaya başladığı düşünce dünyası, hangi düşünce ve inançta olursanız olun her şeyden önce bilincin ve merakın önemini ortaya koyuyor. Yeryüzünde varlaşması elinde olmayan insana, kendisinden başka bir kurtarıcı olamayacağı yolunda ufuk açıyor. Ergüven’e göre kısaca insan kendi kendisinin yargıcı olmadıkça insan için yeryüzünde kurtuluş yoktur!
Oğuz Kemal Özkan