‘Kara Kitap’ın Anatomisi – Mehmet Ulusoy yazdı…
Bilindiği gibi Türkiye’de postmodern edebiyatın en iddialı ve popüler romanı, Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ıdır. Kitap piyasaya çıktığı 90’lı yıllarda çok tartışıldı. Sert eleştiriler yapıldığı gibi, temel iletisi ve ideolojik arka planı bilinerek veya bilinmeyerek bir çok olumlu, “heyecan verici” tepkiler aldı. Kitabın genel olarak “yeni”, “ilginç”, “başarılı” bir yapıt olarak değerlendirilmesi, dönemin ruh hali, yaşanan düşünsel ve estetik kriz ve kaos da dikkate alındığında, soru işaretleriyle doluydu. Ancak, Pamuk’un Kara Kitap’la bir bakıma öncülük ettiği postmodern sanat ve edebiyat anlayışı Türk aydınının ve okurunun entelektüel bilincinde berraklaştıkça onun ideolojik işlevi ve estetik karakteri de belirginleşmeye, netleşmeye başladı. Bu anlamda, güncellik açısından geciken bir durum yok. Tartışma devam ediyor, hatta 21. yüzyılın beklenen büyük tartışması yeni başlıyor. Neoliberal-postmodern çevrelerin 1990’lardan sonra oynadığı küreselleşme güdümlü, ezberlenmiş tek sesli, tek kaleli “estetik”çilik, “kültür”cülük oyunu sona eriyor!
Kara Kitap, her şeyden önce yazarın, Doğu ve Batı arasında bir sentez yapma amacıyla, Binbir Gece Masalları, Mantık Al-Tayr (Simurg Efsanesi), Mesnevi ve Hüsn ü Aşk gibi yapıtların konu ve kurgu tekniklerinin Batı roman estetiğinin günümüzdeki biçimi olan postmodernist bir “üstkurmaca”yla birleştirilmesi ve “metinlerarası” bir montaja dayanarak eklektik bir “bütünlük” içinde sunulmasıdır. Postmodern “Yeni roman”ın aşağı yukarı bütün özelliklerinin kullanıldığı Kara Kitap’ın ilginçliği, yazarın, çeşitli öyküleri, metinleri ve teknikleri, yine postmodernizme özgü “labirent”sel bir dolambaçlılık/karmaşıklık ve fantastik bir ilginçlik içinde, gerçek ve gerçek dışının birbirinin içine geçtiği mistik belirsizlikler ve anlamsızlıklar taşıyan bir kurguyla sunmuş olmasıdır.
Romanın ana izleği (ana teması) olan kendi olma, kendini arayış, dünya edebiyatında çokça işlenmiştir ve bu konuda özgün, yaratıcı büyük yapıtlar verilmiştir. Kara Kitap’ın onlardan farkı, çok fazla metin, kopye üzerinden ikincil, üçüncül izlekleri çoğaltarak, öykü içinde öykü kurgusunu katmanlaştırarak bunu yapmış olmasıdır. Ancak, çağdaş gerçekliği, insanın çok yönlülüğü ve karmaşıklığını kavrama açısından bir derinliğin göstergesi midir söz konusu kurgusal teknik, yoksa bir sığlığın mı, en azından tartışmalı.(1)
***
Kara Kitap’la Ulysses arasında yalnızca anlatım tekniği açısından değil içerik açısından da bağıntılar vardır. James Joyce’un Ulysses’de, Stephen’in Dublin kentinde oradan oraya dolaşmasıyla (bu arada mutlaka bir kerhaneye de uğranır), Odysseus’un denizlerde dolaşması arasında kurduğu koşutluk gibi, Orhan Pamuk da Galip’in İstanbul sokaklarında dolaşmasıyla Hüsn-ü Aşk’taki Aşk’ın yolculuğu -ve ayrıca Mevlana’nın Şam sokakalarında Şemsi Tebrizi’yi araması- arasında koşutluk kurar. Buralarda, yararlanılan yapıtlara/metinlere göre, en az onların ayarında bir derinlikten daha çok, bir tekrarı, taklidi, bir sığlaşmayı görebiliyoruz.
Tahsin Yücel’in deyişiyle, “Her yerin sırla, esrarla dolup taştığı, her şeyin kendinden daha derin, daha zengin bir şeyin işareti olduğu” söylense de, sırlar, esrarlar üzerine bir sürü laf edilerek romana bir derinlik verilmeye çalışılsa da, okur, sözde derinlik lafı edilerek gerçekte sığlıkla oyalanmak istenir. Çünkü, esrarlı, gizemli şeyler, ancak romanın olay örgüsü içinde işlenerek ve okuyucuda bir sahicilik duygusu yaratılarak anlamlı ve etkili yapılabilir; Kara Kitap’ta ise böyle bir şey yok. Aktarma ya da aşırma bilgi ve şablonlarla özgünlük yaratılamaz. Özgünlük ve sahicilik, sadece ve sadece doğanın ve büyük insanlık pratiğinin milyonlarca, milyarlarca farklı deneyimlerinde gizlidir.
Kitabın öyküsü ya da olay örgüsü oldukça yalın ve kısa. Avukat Galip, karısı, aynı zamanda kuzeni olan Rüya tarafından terk edilir ve onu aramaya başlar. Bu arayış onu Rüya’nın geçmişine götürür. Bir gazetede köşe yazarı olan Celal, Galip’in kuzeni, Rüya’nın üvey ağabeyidir. Güne Celal’in köşe yazısını okuyarak başlamak Galip için bir alışkanlıktır. Bu alışkanlığını arayış sırasında da sürdüren ′sadık okur’ Galip, birden Celal’in sütununda eski yazılarının yeniden basıldığını fark eder. Gazeteyi arar ve Calal’in bir haftadır uğramadığını öğrenir. Rüya’nın Çelal’le birlikte olabileceğini düşünen Galip, bu kez makaleleri, Rüya, Celal ve kendine ilişkin ipuçları arayarak okumaya başlar. Burada romanın alegorik boyutu ortaya çıkmaktadır: Celal, yazar ve usta; Galip, yazar olmak isteyen çırak; Rüya ise yaratıcılığın, düş kurmanın, hayal gücünün simgeleridir. Romanın diğer bir izleği hayal ve gerçektir.
Roman estetiği açısından bakıldığında Kara Kitap’ta, yukarıdaki sözkonusu metinlerin kendi başına (Orhan Pamuk olmadan da) verdiği fantastik haz dışında, bütün bunların üstünde, yazarın, çağın gerçekliğiyle bağlantılı özgün bir iletisini, insan gerçeğini tartışan temel bir düşünceyi, bir anafikri içeriyor mu sorularına yanıt bulmak olanaksız. Çünkü, bütün bunların olabilmesi için romanda bir iç bütünlüğün ve buna bağlı bir anlamsal derinliğin olması gerekir. Bunları bulamıyoruz. Örneğin Tahsin Yücel’in, romandaki çeşitli epizotlar için, “bu parçaların yarısını çıkarın, hiç bir şey değişmez; bir bu kadar daha parça ekleyin, gene hiç bir şey değişmez”(2) saptaması bu açıdan çok önemlidir. Yani, romanın içeriği ile biçimi arasında bir organik bağ, bir bütünlük kurmak zordur. Bu nedenle roman, bir bakıma, bir çok metinsel, ansiklopedik bilginin eklektik yanyanalığından oluşmaktadır.
Kitabın son cümlesi, daha önce Galip’in farklı kişiliklerinden birinin söylemiş olduğu bir cümleyi tekrarlar:“Çünkü hiç bir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tek teselli yazı hariç.” Yazı hayattan, gerçeklikten çok daha şaşırtıcı, zengin ve büyüktür, yazara göre. Başka deyişle, bireyin öznel dünyası, “hayal gücü”, onun anlatıya, yazıya aktarılmış kurgusal biçimi, nesnel gerçekliği belirlemektedir! Özne, nesnel gerçeklikten, dünyadan, maddi evrenden daha büyüktür!..
Yazarın -ve postmodernizmin-, nesnelin yerine öznelin belirleyiciliğini, gerçekliğin yerine “kurmaca”yı koyan idealizmiyle ilgili bu saptamadan sonra Kara Kitap’la ilgili ikinci belirlemeyi yapabiliriz: Gerçeklik ve kurmacanın, özgünlük ve taklit olanın içiçe geçmesi. Gerçeklik, kurmaca oyunları, fantezileri içinde kaybolmaktadır. Kitapta, bir romanda olması gereken, zaman akışı içinde, artzamanlı gelişen bir öykü yoktur, öykü anlatma üzerine bir üstkurmacadır sözkonusu olan. Zaman kavramı bilerek önemsizleştirilir, her şey zamandışı bir evrende kurgulanmaya çalışılır. Dolayısıyla öykünün kendisinden çok öykü anlatma üzerine kurmaca fantezilere ağırlık verilir. Kara Kitap’ta edebiyata ilişkin çeşitli sorunlar ele alınır; kurmaca ve gerçeklik, kopye ve asıl, taklit ve otantik, metinler arası ilişki ve okurun tavrı vb… Ama bütün bunlar çağdaş anlamda edebiyat mı? Bütün bunlar kitaba, roman tadında ve roman niteliğiyle işlenen bir anlamsal bütünlükten uzak, içiçe, yanyana, kat kat tıkıştırıldıkça roman da roman olmaktan uzaklaşıyor.
***
Postmodern edebiyatın temel özellikleri olan “metinlerarasılık” ve “kurmaca” anahtar kavramlarıyla aynı zamanda önemli bir diğer tez savunulmaktadır. Yapısalcılardan başlamak üzere bütün postmodernistlere göre, geçmiş tarih ve yaşanan gerçeklikle ilgili söylenmesi ve yazılması gereken her şey söylenmiş ve yazılmıştır; yeni, özgün bir şey yoktur! Başka bir deyişle, daha önceki üretilmiş yapıtlardan bağımsız biricik ve özgün yapıtların artık üretilemeyeceği iddia edilmektedir. Onlara göre, bu anlamda, üretilen metinleri meydana getiren daha önceki metinlerdir, onların bir yerde tekrarıdır. Sanat ve edebiyat olarak yapılabilecek tek şey, “üstkurmaca” çatısı altında mevcut “metinleri” kurmacanın çeşitli permütasyonlarıyla, bileşimleriyle “ilginç”leştirip, “acayip”leştirip “tuhaf”laştırarak güncel edebiyat metinleri meydana getirmektir.
Romana, dış gerçekliği, nesnel zorunlulukları yansıtan, toplumbilim, ahlak, ya da felsefe alanlarında doğrudan dile getirilen insanlığın temel gerçeklerini ve sorunlarını estetize eden bir metin olarak değil, kurmacanın kendi dünyasında oynanan bir oyun olarak bakılıyor. Kara Kitap, bu bakışın, bu tezin bizdeki en yetkin örneğini oluşturmaktadır. Kısacası Kara Kitap, toplumsal, insani amaçları/idealleri dışlayan, oyunu, keyif almayı, fanteziyi amaç edinen bir romandır. O nedenle kitap, aydınlanmacı-modernist estetik açısından niteliksizdir, estetik bir özelliği yoktur. Onun niteliğini ancak, oyun, fantezi türünün içinde üst düzey bir metin olarak tanımlayabiliriz. Yani, çağdaş estetik ilkeleri açısından niteliksiz ve sıradan, ama bayağı edebiyatın en niteliklilerinden bir metin diyebiliriz.
Ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, Kara Kitap’taki, gerçeklikten, toplumsal ve insani amaçlardan, kaygılardan yoksunluk, amaçsızlık, onun estetik niteliksizliğinin gerisinde yatan temel nedendir. Oysa gerçekte amaçsız hiç bir eser üretilemez, bir kitap yazılamaz. Amaç, iyi veya kötü, doğru veya yanlış olabilir, ama amaçsız hiç bir insan etkinliği yoktur. Orhan Pamuk’un bütün bunları bilmemesi mümkün değil. Schiller’in sanatla ilgili “oyun kuramı”nı çarpıtarak benimseyen yazar (çünkü Schiller’in estetiğinde toplumsal-insani yüksek idealler vardır), doğayı ve toplumu değiştirme amacından yoksunluğu, yani sanatsal yaratıcılığın inkarını, yine Schiller’in Naif ve Duygusal Şiir adlı eserinden esinlenerek yazdığı Saf ve Düşünceli Roman kitabında kendince teorileştirmeye çalışmıştır.
Saf ve Düşünceli Roman kitabının konusu, genç romancı adaylarına, sadece ilgiyle, merakla okunacak, ilginçliklerle dolu bir roman yazmanın kurgusal teknikleri üzerine önerilerdir. Peki roman sadece “kurmaca” dediğimiz biçimsel bir düzenleme midir? Yazara göre biçim/kurmaca her şeydir, içerik -Rus Biçimcilerinin açıkça ifade ettiği gibi- biçim için bir kullanılacak malzemeden ibarettir. Kara Kitap’ın da özü budur zaten. Oysa bir yazarın roman yazabilmesi için, kafasında, insanlığın, içinde yaşadığı toplumun/ulusun sorunları ile ilgili belli düşünceleri, tezleri, söylenecek özgün bir şeyleri olması gerekir. Değilse, Orhan Pamuk’un yaptığı gibi, önce “ben yazar olacağım, roman yazacağım” diye karar verilirse sonuç böyle olur: Biçim her şey, içerik önemsiz; nasıl olsa bir biçimde doldurulur!
Pamuk’ta kitabın esasını oluşturan kurmaca, gerçekliğin ve onun romandaki temel ölçütü olan zaman ve mekandaki olaylar örgüsü içinde gerçekleşen öykünün yerini almaktadır. O, yaratıcılığın ve özgünlüğün olanaksızlığına ve inkarına dayanan roman anlayışını, Kara Kitap’ta, Galip ve Rüya ile birlikte üçüncü kahraman Celal’in görüşü ve uygulaması olarak şöyle yansıtır: “Celal bir çok köşe yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımı ile yazdığını söyler; önemli olanın yeni bir şey ′yaratmak’ değil, daha önceden, binlerce zeka tarafından binlerce yılda yaratılmış olan harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını ileri sürerdi.”(3)
Bu bağlamda, postmodern kurmaca metinde (romanda; aslında bunlar roman değil kurmaca oyunlarıdır, eğlencelik metinlerdir demek daha doğru) çağdaş sanatın temel bir özelliği olan özgünlük aramak boşunadır. Pamuk’un roman anlayışıyla Borges’in dile getirdiği roman anlayışı arasında pek fark yoktur. Borges şöyle diyor: “Özgünlük denen şeyin olanak dışı olduğunu düşünüyorum. Geçmişi belli belirsiz çeşitleyebilirsiniz ancak. Her yazar yeni bir tonlamaya, yeni bir nüansa sahip olabilir, ama hepsi bundan ibarettir. Belki her kuşak aynı şiiri yazıyor, aynı öyküyü yineliyor, ama küçük, benzeri olmayan bir tonlama, bir ses farkı ile yazıyor ve yineliyor. Bu da yeterli.”(4)
Özgünlük yoksa yaratıcılık da yok demektir. Özgünlük ve yaratıcılığın olmadığı bir ürünün sanat eseri olamayacağı da açıktır. Dolayısıyla bir sanat türü olarak çağdaş romanın ölçütleriyle Kara Kitap ve benzerlerinin bir sanat eseri olduğu tartışmalıdır. Zaten postmodernistler sanatın sonunun geldiğini boşuna söylemiyorlar. Bu durumda onların yaptıkları da, kendi itiraflarıyla, sanat değil, başka bir şeydir. Oyun, eğlence, vakit öldürme araçlarıdır.
***
Kara Kitap’ın, -aynı şey Benim Adım Kırmızı ve diğerleri için de söylenebilir- modern/çağdaş roman ölçütleri açısından sorunlu, sanat eseri olarak tartışmalı postmodern bir roman olmasını belirleyen önemli etkenlerden biri de, yazarın, “kendi olma” ana izleğiyle/temasıyla da bağlantılı olan, ideolojik düşünceleridir. Onun Kemalizm, Cumhuriyet ve ulusal devlet karşıtı neoliberal-postmodern düşüncesi, “kendi olma”yı da tarih ve toplum dışı, bireyci bir temele/temelsizliğe yerleştirmektedir. Çünkü, çağın gerçekliğinde, kendi halkının/ulusunun, içinde yaşadığı toplumsal bütünün kültürüne dayanmayan, onunla bütünleşmeyen, yani ulusal kimliği reddeden, vatansız, bireyci bir “kendi olma”sı, daha felsefi deyişle insanın kendi bütünselliğini bulması olanaksızdır.
Bu mantıkla insanın kendine yabancılaşmayı aşması mümkün olmadığı gibi, yabacılaşma daha da derinleşmektedir. Dolayısıyla küreselci emperyalizmin yalnızlaşmış, bencilleşmiş bireyinin, bu sistemin içinde bırakın kendi olmayı, kendisiyle bütünleşmesini, o ancak, kapitalist büyük tekellerin piyasa mekanizmalarının aptallaştırılmış, güdülen tüketicilerinden biri olabilir. Orhan Pamuklar da, aptallaştırılmış bireyde somutlaşan, sistemin kitlelerde yarattığı ideolojik “yanlış bilinç” üretimindeki rolleriyle ödüllendirilmektedirler.
Küreselci ideologlar istedikleri kadar uğraşsın, tarih ve toplum, yani ulusun kimlik dışında bir kimlik yoktur, yaratılamaz. Orhan Pamuk, bir taraftan ulusal kimliğe ve kültüre karşı çıkarak ve Kemalizme, ulusal değerlere küfrederek emperyalist kozmopolit kültürle bütünleşirken, diğer taraftan bağımsız, “özgün bir kimlik”ten, kişilikten sözedebiliyor. Bunu da, ulusal kültürü atlayarak Osmanlı ve İslam kültürü içinde, Mevlana, Şayh Galip vb’nin temsil ettiği kültürel köklerimizle dolayımlayarak kurmaya çalışıyor.
Oysa, onların hepsi, ulusal kültürümüzde içselleşmiştir; ya da yeterince içselleşmemişse bile yine ulusal kültür potasında eritilerek ve daha derinlemesine içerilerek çağdaş-modern kültürde evrensel özgün ifadelerini bulacaklardır. Özetle, ulusal kültür ve kimlik atlanarak, reddedilerek, hiç bir sanatsal özgünlük üretilemeyeceği gibi birey de kendisi olamaz, kendi bütünlüğüne, yetkinliğine asla ulaşamaz.
Evrensel bir kimlik ve kişilik, ancak ulusal bir özgünlük içinden üretilebilir. Nazım, Tolstoy, Dostoyevski, Mann, Neruda, Picasso, Brecht eğer evrensel bir kimliğe, kişiliğe sahiplerse, bunu sanatlarında, kendi ulusal özgünlüklerinden, köklerinden üreterek gerçekleştirmişlerdir.
Mehmet Ulusoy
Dipnotlar
1 Bkz. Kara Kitap Üzerine Yazılar, Derleyen Nükhet Esen, İletişim Yayınları, 1. basım, İstanbul, 1996. Kitaptaki özellikle Tahsin Yücel, Berna Moran, Jale Para ve Orhan Koçak’n makalelerinin incelenmesini öneririm.
2 Gösteri, Kasım, 1999’dan aktaran Orhan Koçak, age, s. 143.
3 Orhan Pamuk, Kara Kitap, Can Yayınları, 15. basım, İstanbul, 1993, s. 241.
4 “Susan Sontag, Borges’le Konuşuyor”, Çerçeve, Haziran 1989, s. 16’dan aktaran Berna Moran, age, s. 101-102.