
Tırnaklarım dikkatimi çekti. Uzamışlığının yanı sıra tırnak arasında dünden kalma toprak kalıntıları vardı. Saksı değişimi yaparken toprağın kalıntılarının orada kalıp kötü bir görüntü oluşturduğunu şimdi fark ediyordum. Bembeyaz çarşafların içinde bembeyaz yorganın altındaki bu bakımsız ellere bir on dakika baktım. Yoga saatim yaklaştıkça kalkmak istemiyordum. Uzun bir yürüyüş rotası arkasından; göbek kısımları açıkta gergin karınları ile yanımdaki matlara yatan kadınlar, adamlar… Hadi ben emekli, elli yaşında hayatında ilk defa yogaya giden bir kadınım. Yaşları bu kadar genç olup öğle saatlerinde yogaya gelenler, hangi işle meşguller acaba? Bir an önce kalkıp hazırlanmazsam bugünkü dersi kaçıracağım.
Bu arada çalan kapıyı açmaya doğru gittim. Kapıyı açtığımda alt komşum Sevda’yı karşımda gördüm. Elinde koca bir pasta dilimi ile gülerek “Yeni yaptım, seversin.” dedi.
-“Severim, severim de biliyorsun zayıflamaya çalışıyorum Sevdacığım.”
-“Boş ver sen yogayı, bak mis gibi yiyoruz. Biz kiloluyuz da çirkin miyiz? Hem moralimiz düzeliyor.”
Yapacak bir şey yok. Teşekkür edip aldım tabağı. Mis gibi kokuyor. Sansebastian yapmış vicdansız. Üst katında zayıf bir kadın otursun istemiyor. Üstelik yalnız yaşayan bir kadınım. Bununla alakası yoktur tabii. Bunu ben ekledim. Sürekli içimde toplum baskısı var. Yeni taşındığımda da market çalışanı tepegöz, yılışık, gülümsemişti. Geçen gün kalabalık bir arkadaş topluluğu ile otururken güvenip çoğu şeyimi paylaştığım Ferda da herkesin içinde gece yarısı bile pasta yediğimi söyleyip dalga geçmemiş miydi? Hepsi kara listede sıralandılar. Müsait durumda tek tek cezaları kesilecek. Bu pastayı da paket yapıp yanıma alıp ikram ettiğimde sevineceğini düşündüğüm ilk kişiye vereceğim.
Hazırlanıp koşar adımlarla yoga yaptığımız mekâna geldim. Herkes bir matın üstünde hazırlanmış beklerken hocamız çabuk ol der gibi elini salladı. Ter içinde matın üstüne kendimi bıraktım. Tam da en sevdiğim bölüm burası diyebilirim. Kendimi, hiç tanımadığım kişilerin nefesleri arasında tutulmuş kaslarımı alabildiğine uzatırken hoca seslendi:
“Şimdi derin bir nefes al, yavaş yavaş verirken diz üstüne çök, uzat bacağı iyice ger, ayak parmaklarına giden nefesi hissederken kalbini yumuşatabilirsin, ne hissediyorsun burada sor kendine.”
İçimdeki ses tekrar etti: ‘Ne hissediyorum?’ Bu sorunun cevabını ders sonuna kadar veremedim. Kuruyan boğazıma bir yudum su alıp dinlenirken yanımda oturanların muhabbeti beni şaşırttı. “Canım” diyordu göbeği açıkta kalan bir kadın yanındaki diğer göbeği açıkta kalan kadına:
“Ben Bodrum’da da yaşadım ama çok sıkıldım. Gidecek bir yer yok, düşünebiliyor musun? Sephora bile yok.”
Bu konuşmanın ardından oradan kalkmalıydım. Buna emindim. Çantamın içindeki pastayı dayanamayıp yemeyi düşündümse de hal böyleyken pasta filan yemeden kalktım oradan. Zaten yürüyüş yolum epey uzundu. Yağmur hafiften yağmaya başladı. Caddenin geniş kaldırımlarında yürümek bana iyi geliyordu. Mesela biraz ileride ufak tefek, iki şapkalı, yaşlı kadın sohbet ederek yavaş yavaş yürüyorlardı. İkisi de başlarına süslü şapkalar takmış, birinin vişne rengindeki şapkasının kenarında kırmızı güller varken diğerinin şapkası da kahverengi, kenarında parlak açık kahve tonunda bir kurdele ile gül şekli yapılmıştı. Yaklaştıkça şapkaların görüntüsü netleşiyor, üstlerine giydikleri döpiyeslerinin yakasına taktıkları küçük, sarı mimozaları ile 50’li yılların Avrupa’sından Bağdat Caddesine ışınlanmış gibi bir halde gözüküyorlardı. Biraz yanlarına yaklaştıkça kafalarını çevirip baktıklarında çok buruşmuş iki yüzün dudaklarında parlak, açık pembe tonlarındaki ruj hemen fark ediliyordu. Mümkün olsa şık bir pastanede taze frambuazlı çikolatalı tatlımızı yerken yanında da yeni öğütülmüş mis gibi kahvemizi içerken hayatlarını dinlemek isterdim doğrusu.
Pasta demişken çantadaki pastayı birine vermek istiyorum. Gözüm, her zaman aynı yerde duran çiçekçi kadına gidiyor. Ağzında külü, epey uzamış sigarası dururken eline aldığı nergisleri kurdelelere bağlayıp deste yapıyordu. Önünde kovalara konmuş daha başka rengarenk çiçekler vardı. Yanında ufak bir kız çocuğu, ufak beyazı kararmış plastik bir sandalyenin üstünde papatyalardan birini eline almış olanca gücüyle üfleyerek beyaz yapraklarını etrafa saçıyordu. Çantadaki pastayı çıkarıp çocuğa vermek için çiçekçinin tezgahına gittim. Beni gören yaşlı kadın sigarasını yere attı. “Buyurun, çok güzel nergislerim var haaanım” diyerek beni karşıladı. Gerçekten nergisler çok güzel kokuyorlardı. Bir demet istedim. Bu arada caddede tüm olan bitenden kopuk, çiçeklerle oynayan çocuğa tatlı kutusunu uzattım. Çocuk bana anlamsızca bakarak “Bu ne?” diye sorunca “Çok güzel bir pasta” dedim. Çocuk biraz şımarıkça gülerek aldı. Yaşlı kadına, bana hediye verildiğini ama rejimde olduğumu söyledim. Teşekkür etti. Nergisin yanına birkaç bir şeyler daha koydu. Ben de ona teşekkür ettim.
Rotamı evime doğru çevirdim. Kulaklığı takıp müzik dinleyerek yürümek istedim. Bir de ilk çıkan şarkıyı kendime gönderdim. Kulağıma sadece Queen’in “Mamaaa” çığlığı geliyordu.
Nefes alıp, yavaş yavaş nefes vererek caddenin üstünde kimsenin fark etmeden yanından geçtiği kocaman çınar ağaçlarına bakarken yaprakların arasından yüzüne doğru ışığını gönderen güneşi selamla ve teşekkür et. Namaste!
Ayşegül Özdek