Consummatum Est, Her Şey Sona Erdi – Ulaş Karakaya Yazdı…
”Hace Bektaş, henüz İslam’ a yönelmiş Hıristiyan öğelerden oluşan Yeniçeri Ocaklarının piri olarak kabul edildi. Hıristiyan çevrelerden gelen bu çocuklar, onlara Türk kültürünü ve yeni dinlerini benimsetmekle görevli Türk ailelere verildiler. Türkmen boylar çevresinden çıkmış, halk tarikati kökenli Bektaşiler, bu yeni öğelerin, uyum sağlamalarına tam bir özen gösterdiler.”*
Mehteran bölüğü sanki başlarına geleceği biliyormuş gibi huzursuz bir şekilde avluda toplanmış, her zamanki yerlerini almışlardı. Havanın sıcaklığı ve İstanbul’un nemi değildi bu huzursuzluğun sebebi. Bu büyük sessizlik sanki rüzgar toplayan bir fırtınaya işaretti. Başkent İstanbul’un böyle huzursuz ve soluk başlayan fırtınaları pek iyi bitmezdi ya neyse…
Biraz düşünceli biraz tedirgin hep bir ağızdan söylemeye başlamışlardı marşlarını. İstanbul o gün son kez Yeniçeriler’in sesini duyacaktı.
Sayılmayız parmak ile
tükenmeyiz kırmak ile…
Sonrasını söyleyemediler.Osmanlı askerleri bu kez kararlıydılar. Kılıçlar Yeniçeriler’in kellelerine o kararlılıkla indi. Dile kolay tam 32 bin yeniçeri öldürülecekti. Tüm mallarına el konuldu. Tarihler 1826‘yı gösteriyordu. 2.Mahmut, Hace Bektaş ocağına bağlı Yeniçeriler’i ortadan kaldırıyor orduda ki Bektaşileri temizliyordu; söyledikleri marşın aksine kırılmışlar ve yeniçeriler sonsuza dek tarih sahnesinden silinmiş ve tükenmişlerdi.
Burada bir parantez açmam gerekiyor. Bilinenin aksine mehteran takımlarının günümüz toplumuna işlenen sünni ağırlıklı motifle uzaktan yakından alakası yoktu. Mehter tamamıyla Bektaşilere has ve onların orduda insiyatif alması ile başlayan bir gelenekti.
Mehteran bölüğü, Hace Bektaşi Veli’nin yolundan gidenlerin bölüğü ve marşıydı. Yine yüzlerce yıl Hace Bektaşi Veli olan ismi sünni islamla uyumlu olarak Hacıya dönüştürülecekti. ‘Hace Mürşit’ demekti. Ama burada en güzel çözümlemeyi geçenlerde kaybettiğimiz Profesör Kazım Mirşan yapıyor:
”Oğ-İce, Ok-Us, Göğ esiğ/ışığı tamgası, Oğ Türklerini, yani Anadolu Türklerini, yani Oğuz Türklerini işaret eder. İşareti artı (+) şeklindedir. Oğ-ice; hâce (haç) olarak dönüşmüştür”
Yeniçeri Bektaşiler için en karanlık gün diyebileceğimiz o gün mehter takımları da yasaklanıyordu. Mehteran bölüğüğün tekrar hayat bulabilmesi için uzun yıllar Enver paşayı beklemeleri gerekiyordu.
Nakşibendi olan 2.Mahmut, orduya büyük bir yük getirdiğini düşündüğü Bektaşileri tasviye etmiş ve orduyu modernleştirme çalışmasına başlamış ve ordunun omurgasını nakşibendilere emanet etmişti. Hayatta kalan ve yeraltına çekilemeyen bir kısım Bektaşi tarikatına mensup kişiler Nakşibendiliğe geçmeye zorlanacaklardı. Geçmeyenler bedelini canıyla ödedi.
Tarih hızlı akıyordu. Bektaşiler tekrar ortaya çıkabilmek için yaklaşık 100 koca sene bekleyeceklerdi.
Mustafa Kemal Paşa Samsuna çıkmıştı. Çıkmıştı çıkmasına ama bu mücadeleye tarihsel süreçlerde dışlanan bir tarikatı da çekmek isteyecekti. 19’u çok seviyordu.
19 Aralık 1919 günü şimdi Nevşehir’e bağlı Hacı Bektaş’ta Mustafa Kemal, Çelebi Cemalüddin Efendi ve post-nişin Niyazi Salih Baba ile görüştü. Görüşme sonucunda Mustafa Kemal’in kutsal mücadelesine omuz vereceklerdi onu bir Bektaşi gibi görüp ona bağlı kaldılar.
Savaş bitmiş sıra devrimlere geliyordu. İşte tam o günlerde nakşibendi şeyhi, Şeyh Sait’İn isyanı patlak verdi. Tarihler 1925’i gösteriyordu, isyan bastırıldı ve isyancılar Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanıp cezalandırıldılar.
Mustafa Kemal o unutulmaz sözlerini bu isyanın ertesinde söyleyecekti
‘‘Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için,lekedir. Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır”
Tüm tarikatların beslendiği Tekke ve Zaviyeler kapatılacaktı. Buna Bektaşiler’in tekkeleri de dahildi.
Mustafa Kemal geleceği çok iyi okumuştu. Cemaatlerin ve tarikatların bir ülkenin başına ne gibi belalar açabileceğini çok önceden görmüştü. Ölmeden önce sanki bugünleri gören bir zaman yolcusu gibi tembihliyordu. Ey Türk gençliği birinci vazifen…
Her şey iyi güzel gidiyordu ancak yine bir sorun vardı. Türkiye Cumhuriyeti ordusunun kontrolü yine dinsel bir gruba geçmiş gibiydi. Sebatayistler Kurtuluş Savaşında önemli roller oynamışlardı. Bunun akabine tüm yetişmiş,okumuş aydın insan gücünü Çanakkale’de yitiren ordunun kilit noktalarını bu boşluktan dolayı ele geçirmişlerdi. Atatürk son bir hamle yaptı. Sebatayistlerin içli dışlı olduğu Mason localarını 1935 yılında kapayacaktı. Belkide bunu canıyla ödeyecekti. Ölümünden on sene sonra her şey ters yüz olmaya başladı. Tekke ve zaviyeler için kanunlar esnetilmeye başlanmıştı. Kaçınılmaz sona doğru gidiyorduk.
Ordu artık tamamı ile bir dinsel topluluğun kontrolünde gibiydi. Kemalizme bağlı subayların tasviyeleri zamana yayılarak yapılacaktı. Dönüşüm çok hızlıydı. 12 Mart 1971’de bu dönüşümü hızlandıracak ve 12 Eylül 1980 ile taclandıracaktı. Yaklaşık 60 yıldır ordudan dışlanan nakşibendiler yine orduda yükselmek istiyorlar ve iyi yerler tutmak istiyorlardı. Ancak bu kez karşılarında çok daha dişli bir rakip vardı. ABD güdümünde bir ahtapot gibi her yanı sarmış Nurcuların en güçlü kolu olan Gülenciler. Gülen grubu askeriyeye yerleşmeye başlayacak ve tüm iktidarlar ile kurduğu iyi ilişkiler sayesinde sadece orduda değil bürokraside de hızla kadrolaşacaktı. Bu yeni bir ordu içi savaşın habercisi gibiydi.
Arusi Alparslan Türkeş, Nakşibendi Turgut Özal, Nakşibendi Süleyman Demirel, Tansu Çiller gibi isimler Fethullah Gülen ile oldukça iyi ikili ilişkiler kurmuşlardı. Alparslan Türkeş Fethulllah Gülen ile çok samimi görüntüler veriyor, Turgut Özal Fethullah Gülen’in tutuklanmasını önlüyordu. Süleyman Demirel yurt dışına Gülen’in okullarını açmaya gidiyor, Tansu Çiller haftada iki kere Gülen’i arayarak görüşlerine başvuruyordu. İmam bile olamamamış bir vaizden medet umuyorlardı. Gülen işi biliyordu. Ecevit iktidar olunca ona da yanaştı. Kıbrıs fatihi Ecevit bu yaklaşımı sevinçle karşıladı. Rahşan hanımda olumlu yaklaşmıştı. Çünkü Bülent Ecevit, Rahşan’ın sözünden asla çıkmazdı. Rahşan ya da gerçek adıyla Raşel Ecevit dinsel cemaatlere ve gruplara yabancı bir isim değildi o bir sebatayistti. Bülent Ecevit Gülen için gerekirse Milli Güvenlik Kurulunda savunurum diyecekti.
2000’li yılların ortalarına doğru Cumhurbaşkanlığını alan Abdulllah Gül, Gülenciler’in önünü tamamıyla açmıştı.
Soner Yalçın bir röportajında şöyle diyordu:
”AKP içindeki Gülenciler’i Cumhurbaşkanı Abdullah Gül temsil ederken, Nakşibendi cephesine de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan öncülük ediyor”
Türk ordusunun yapısını bir üst akıl ile beraber yavaş yavaş değiştirecek olan bu cemaat 2. Mahmut’un yaptığı gibi önce alevileri tasviye etmeye karar verdi. Alevi subaylar hedefe oturtulmuştu. Alevi, yurtsever ve demokrat diyebileceğimiz subayların yanına eski gladyo artığı isimler iliştirilerek orduda sözde büyük bir temizlik harekatına girişilmişti. Nakşibendi Erdoğan, Nurcu Gülen’in kendisi için ileride ne kadar tehlikeli olabileceğini daha henüz keşfetmemişti.Uyarıları şiddetle karşı çıkıyor ve her fırsatta Gülen’i savunuyordu.
Tehlikeyi keşfettiğinde ise büyük bir iç savaşın içinde bulacaktı kendisini.. Telefonun ucunda Bilal vardı ve çözemediği büyük bir havuz probleminden bahsediyordu.
Mustafa Kemal Atatürk tüm tarikatların önüne set çekmişti. Ama gizli bir el bütün tarikatların önünü tekrar açmıştı ve o el bir Temmuz akşamı hesabını bu kez tarikatların üzerinden görmeyi deneyecekti.
İşin kötüsü hangi siyasetçinin kapısını açsak yolu bir cemaate ya da tarikata çıkıyordu…
Her şey çok hızlı değişmiş ve korunmayan devrimler tank paletleri altında ezilen bedenler ile yirmi yaşında linç edilen emir kulu asker çocukların görüntüleri ile sona ermişti. Başlangıcı kanla yazılan hikaye yine kanla bitmişti.
İnanışa göre Hz. İsa ölürken çarmıhta son kez ‘Consammattum Est’ demişti. Yani ‘her şey sona erdi.’
Sonra söylenceye göre tekrar dirilmişti… Belkide ölmemiz gerekiyor yeniden dirilmemiz için, kimbilir…
Ulaş Karakaya
*Irene Melıkoff ( Hacı Bektaş-Efsaneden Gerçeğe)