Hasan Pulur İyi ki Seni Okumuşum – Ulaş Karakaya yazdı…

Hasan Pulur, Melih Aşık ile beraber çocukken okuduğum iki köşe yazarından birisidir. Özellikle köşesinde yazdığı fıkralar bir çocuk için hem dikkat çekici hem de eğlencelidir. Milliyet’in çok çok iyi zamanları.Milliyet o zaman solcuların Cumhuriyet ile beraber aldığı kardeş gazete gibidir.Hatta bir dönem Hasan Cemal’in Cumhuriyet Gazetesine truva olarak sokulduğu dönemler Uğur Mumcular Milliyette yazmaya başlar. O dönemin mirasıdır her güzel eve bir Milliyet. Örneğin bizim eve Sabah gazetesi ekmeğe sarılıp verilen gazeteler dışında girmemiştir, girememiştir. Hala Sabah gazetesini görünce eski bir düşmanı görmüş gibi oluyorsam o günlerden kalmadır. Hürriyet’i de oldum olası sevememişimdir. Cuma günleri verilen bulmacaların dışında…Milliyet çocukla büyümekte ise en güzeldir.Milliyet gazetesi en arka sayfasını spora ayıran tek siyasi gazetedir. Kaçımız Milliyet’in verdiği karton evleri almak için kuyruğa girmedi. Ne büyük bir çılgınlıktı.Tarihin en büyük satış rakamını yakalamıştır Toki’nin henüz olmadığı zamanlar. Her ülkenin mimarisine uygun evler, ortadireğin evlerini süslemekte ve onlara konut hayalleri kurdurmaktadır. Güzeldir. Sonra Milliyet Ahmet Altan’lara kapılarını açar ve ondan sonra bir daha eski Milliyet olamaz. Sonra Milliyet’in şehir şehir dolaşıp sorunları dinleyen tırı sadece bizim şehrimize Giresun’a uğramaz. Milliyet Giresun’da protesto edilir.Sokaklara pankartlar bile asılır.İşte ondan sonra Milliyet benim için tamamıyla biter. Ama Hasan Pulur ve Melih Aşık hala çok sevdiğim isimlerdir. Onlar mevzilerini kaybetmemek için tüm baskılara direnirler ve devam ederler. Hala demokrat insanlar, istemeyerek de olsa Milliyet alıp okuyorsa, hala ev kadınları Milliyet gülümseyerek bakıyorsa o günkü karton evlerin ve bu iki eşsiz adamın hatırınadır.Birisi gitti.Işıklar içinde uyusun… Diğerine uzun ömürler diliyorum… Hasan Pulur’un günümüze en uygun fıkrasıyla bitirelim… Saygıyla… Teşekkürler Hasan Pulur iyi ki seni okumuşum…
İkinci Dünya Savaşı çıkmadan önce, İki Alman dertleşiyorlarmış. Hitler’in dünyayı savaşa sürükleyeceği günlermiş. Onlar da savaşı konuşuyorlar, çeşitli tahminler yürütüyorlarmış.
Biri tahminlerini sıralamaya başlamış:
“Savaş ya çıkar, ya çıkmaz.”
“Güzel.”
“Çıkmazsa mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Çıkarsa, ya gireriz, ya girmeyiz.”
“Güzel.”
“Girmezsek mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Girersek, ya kazanırız, ya kaybederiz.”
“Güzel.”
“Kazanırsak mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Kaybedersek ya ölürüz, ya kalırız.”
“Güzel.”
“Ölürsek mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Kalırsak, ya Amerikalılara esir düşeriz, ya Ruslara.”
“Güzel.”
“Amerikalılara esir düşersek mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Ruslara esir düşürsek, ya öldürürler, ya yakarlar.”
“Güzel.”
“Öldürürlerse mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Yakarlarsa, cesedimizden kalanları, ya kimya sanayiinde kullanırlar ya kâğıt sanayiinde.
“Güzel.”
“Kimya sanayiinde kullanırlarsa mesele yok.”
“Bu da güzel.”
“Kağıt sanayiinde kullanırlarsa, ya yazı kâğıdı yaparlar, ya da tuvalet kâğıdı.”
“Güzel.”
“Yazı kâğıdı yaparlarsa mesele yok.”
Her tahminde “güzel” çeken Alman patlamış:
“Peki, tuvalet kâğıdı yaparlarsa n’olacak?”
“İşte o zaman yandık.”
Ulaş Karakaya