SÖYLEŞİ

Ege Aydan İle Sanat Yolculuğuna Buyurmaz Mısınız?

Onlarca tiyatro oyunu, dizi, sinema filmi ve yönetmenlik.
Ve tüm bunların yanında 32. resim sergisi. Türk sanatının çok yönlü ve usta sanatçılarından Ege Aydan ile sanatı üzerine samimi bir sohbet yaptık.

Tv ve sinema ekranlarına damga vurmuş, rol aldığı ‘Yarın Artık Bugündür’ dizisinden, ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ filmine kadar sanat yolculuğunun dönemleri ile ilgili pek çok soruyu sorduk. Bir çok oyunun yönetmenliğini yaptığı Türk tiyatrolarının sorunlarına değinmeden geçmedik. Sorularımızı, açıklıkla ve tıpkı resimlerinde olduğu gibi farklı bir bakış açısıyla yanıtladı.

Geçmişten geleceğe tecrübesini aktaran ve o yönde tavsiyeler veren usta bir sanatçının geleceğe dair umutlarından izler taşıyan bu röportajını zevkle okuyacaksınız.

Oğuz Kemal Özkan / KitaptanSanattan.com

– Soul’n Art Galeri’de açtığınız suluboya serginiz ile başlayalım. Serginize ‘Büyük Sularda’ ismini verdiniz. Nedeni nedir ve biraz bu sergiye hazırlık sürecinizi anlatır mısınız?

Suluboya neticesinde kaprisli bir iştir. İyi donanım gerektirir. Sonuçta teknik olarak her şeyi çözmüş olmak kötü sürprizlerden uzaklaşmak anlamına gelir. Son sergime hazırlanırken de bu gerçeklik üzerinden hareket edip boyutları, doğal olarak da her türlü malzemeyi büyüterek, suyun etkisini ışıkla buluşturmak istedim. Bir bakıma kendimle de bir mücadeleydi bu… Zorlanacağım için de, sergimin adını “Ege Aydan Büyük Sularda” koydum.

– Daha çok oyuncu yönünüzle tanınıyor olsanız da bu sergi 32. kişisel serginiz ve özellikle suluboya tekniğiyle usta işi resimler yapıyorsunuz. Resim serüveniniz nasıl başladı? Heykeller yaptığınızı da biliyoruz. Plastik sanatlar alanında bir hedefiniz var mı ayrıca?

Resime nasıl başladığımı gerçekten hatırlamıyorum. İlkokulda falan her zaman yetenekli bulunurdum, afişler hazırlatırlardı. Kendimi bildim bileli çizerim. O zamanlar ailemin görüştüğü ressamlar vardı ve onların atölyelerinde resim yaptığımı da hatırlıyorum. Resim hep benimleydi ve her zaman her yerde mutlaka resim yapardım. 1982 yılında mimar kalemlerini deforme ederek çini mürekkebiyle çizdiğim resimlerde çinko baskı görünümünde bir doku yakalamıştım. Bunları sergilemek istemiştim. İlk sergim de bu yüzden siyah beyazdı. Daha sonra bu tarz resimleri renklendirmek adına suluboyaya başladım. Ondan önce uzunca bir zaman yağlı boya çalıştım. İlgi alanınız plastik sanatlar olunca doğal olarak her türlü malzemeyi tanımak istersiniz. Bu sebeple çamur ya da taşla çalıştım ama hiç bir zaman heykeltraşım ya da karikatüristim ya da şiir yazıp şairim diye ortaya çıkmam. Malzeme tanımak işimizin gereğidir. Zihni ve tekniğinizi de geliştirirsiniz.

Ege Aydan’ın gözünden Feriköy-Bomonti

– Resimlerinizde, şehirlerin bilinen yüzünden ziyade öteki yüzünü aktarıyorsunuz. Bunda oyunculuk eğitimi ve tecrübenizin getirdiği bakış açısının, aynı zamanda bir yönetmen olarak da bütünü ve kimsenin görmediğini görme gerekliliğinin etkisi var diyebilir miyiz?

Bu soruya kısaca, ‘çok doğru ağzımdan aldın’ diyebilirim. Hayatın içindeki ritmi yaşarken önümüzden kaçan detayların altını çizmek ve izleyiciye bu tarz sürprizler yaşatmayı seviyorum.

– Avrupa’da da ses getirmiş, dünya sanatını da takip eden birisi olarak Türk Resim sanatının şu an ki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk Resim Sanatının gelişimi hakkında söz söyleyecek kadar yetkili bulmuyorum kendimi. Ben ancak suluboyanın ülkemizdeki ve dünyadaki gelişimini değerlendirebilirim. Kanımca Türkiye’de resmin nasıl pazarlandığı belirleyici bir unsur olarak görünüyor. Sanat, bir ülkedeki eğitim düzeyinin kalitesi doğrultusunda meyvesini verir. Son 20 yıla bakacak olursak genç yeteneklerin elinde internet gibi bir avantaj var. Bu sebeple her türlü bilgi görsel olarak ellerinin altında, etkilenmemeleri mümkün değil. Dünya ile iletişime geçmeleri kendilerinin hangi noktada olduğunu değerlendirmeleri adına da son derece faydalı. Bu yüzden daha evrensel boyutta işler çıkıyor. Taklitten öte özgün bir hal alıyor. Buna yıllar içinde açılan atölyelerin artmasının da etkisi var tabi. Bu atölyeler, yurtdışından da isim yapmış ressamları getirterek workshoplar düzenliyorlar. Bütün bunların etkilerini iyi anlamda gözlemleyebiliyoruz.

Yarın Artık Bugündür 1.bölüm, Ege Aydan (1987)

– Özellikle 80’li yılların ikinci yarısına damga vuran, senaryosunu Attila İlhan’ın yazdığı “Yarın Artık Bugündür” dizisi ile beğeni ve ün kazandınız. Ve bu dizi konusuyla da çok etkiliydi. 1996 yılında “İstanbul Kanatlarımın Altında” adlı sinema filmi ile yine seyirciyi etkilediniz. Biraz bu diziyi ve filmi, içeriği ve o dönemde etkisi açısından anlatır mısınız?

‘Yarın Artık Bugündür’, o dönem TRT’nin hazırladığı bir diziydi ve 9 saniye kuralına uygun olarak çekilmişti. (her plan en fazla 9 saniye sürebilir) Bu açıdan ülkemizde bir ilktir. Planlar uzamadığı, izleyicinin dikkati dağılmadığı için müthiş etki uyandırmıştı. Tabi ki Attila İlhan’ın harika senaryosu, Hüseyin Karakaş’ın keyifli rejisi ve dev oyuncu kadrosuyla dizi tarihinin unutulmazları arasına girdi. Ritmi son derece keyifli bir diziydi. Ülkemizin doğu ve batısı arasındaki uçurumu gözler önüne seren, her şeyini bırakıp idealleri uğruna doğuya, yokluk içine gidip hizmet vermeye çalışan, genç bir doktor kızın hikayesiydi. Bir tarafta zenginlik ve o zenginliğin dejenere ettiği gençler, öte yanda ülke gerçekleri.

 

‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ ise her şeyiyle Türk Sinemasını, Türk seyircisi ile barıştıran bir dönüm noktası olmuştur. Ne ilginçtir ki iki projede de idealleri uğruna savaş veren karakterleri izleriz. Bu işlerde çalışmış olmak gurur kaynağımdır.

 


– Günümüzde böyle iyi senaryolu ve derinlikli dizilerin, filmlerin çekilmemesini neye bağlıyorsunuz?

Günümüzde çekilen filmlere haksızlık etmeyelim. Biz o dönem ilklere imza attık. Hatta bir ‘Asmalı Konak’ dizisi de dizi tarihinde önemli bir yer tutar. Dizi sürelerin uzaması, raytinglerin artması o diziyle başlamıştı. Rayting sözcüğü ve rayting savaşlarını başlatan bir dizi olmuştu. Kadrosuyla, senaryosuyla ve çekim teknikleriyle unutulmazlar arasına girdi. Sinemada ise her dönem komedi hep ön planda oldu. Burada para kazanma kaygısının etkisi son derece yüksek tabi. Ama bu, bir süre sonra kalitesizleşmeye ve ucuz işlerin çıkmasına sebep veriyor. Arada yapılan iyi işler dikkat çekmiyor. Ülkemizde bu dalgalanma hep olur. Dünya sinemasında ise Hollywood gerek ‘Marvel’ ile gerek ‘DC’ ile fantastik filmler kuşağını doruğa taşıdı. Ağız tadıyla bir sinema izleyemez olduk. Tamam ben de fantastik ve bilim kurgu filmlerini seviyorum ama bu kadar çok olması kafaları kötü etkiliyor, uyuşturuyor. Türk Sineması ya da dünya sineması bununla mücadele ediyor.

– Hem tiyatro eğitimi alan hem de özellikle tiyatroda uzun yıllar yönetmenlik yapan birisi olarak son dönemde tiyatrodan uzaklaştığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?

Geçim sıkıntısı bizi daha çok dizi yapmaya mecbur kılıyor. Eskiden tiyatro uğruna dizileri ters çevirip ülkenin her yerine koştururdum. Bu enerjiyi günümüzde bulamıyorum. Ben biraz bu konuda yorgunum.

– Tiyatro alanında da çeşitli tartışmalar yaşanıyor bildiğiniz gibi. Devlet Tiyatroları özelleştiriliyor, şehir tiyatrolarında iktidar baskısı oyun seçimlerinde etkili oluyor. Yerli-milli tartışmaları yapılıyor. Sizce tiyatrolar özelleştirilmeli mi? Bir ‘oyun’un yerlisi millisi olur mu?

Tiyatro evrenseldir. Sizin bu sorunuza şöyle yanıt vermek isterim; gerçekler vardır evrenseldir, tartışmak bile gereksizdir. Sanata gelene kadar bir ülkenin her türlü yapısını top yekun değiştirme çabası içine girilmişse hepimiz ve her şey bundan nasibini alır. Tiyatro özgür kalmalıdır. Sanat da keza öyle ve Devlet Tiyatroları kurulduğu yıldan günümüze yurt içinde, karış karış vatanın her köşesinde perde açmış başarılı dünya festivalleri, seyirci rekorları ile taçlanmış bir kurumken, bilinçli bir itibarsızlaştırma politikası ile bugünkü noktaya getirilmiştir. Gerek Şehir Tiyatrolarının gerek Devlet Tiyatrolarının hallolması gereken hantallaşmış problemleri tabi ki vardır ama bunları güncellersiniz olur biter. ‘Kapatmak, yok etmek neden’, diye sormuyorum bile. Çünkü hepimiz ne olduğunu biliyoruz ama bir şey çok hoşuma gidiyor; ne kadar kapatmaya çalışırsanız çalışın, toplum tiyatro doğurur. Gerek sokak tiyatroları gerek cafe tiyatroları gerek cep tiyatroları günümüzde de giderek her yerde çoğalıyor.

– Son olarak sizin ayrıca bir de ‘Çalakalem Şiir ve Desenler’ isimli bir kitabınız var. Orada ‘Zaten düşünüyorum da okunacak ne kaldı?’ diyorsunuz. Bu sözle ne demek istiyorsunuz? Bu kitap 2000’de çıktı. Tekrar kitap yazmayı düşünmediniz mi?

Son derece samimiyetle sorduğunuz bu sorunun yanıtı için kitabın tamamının okunması gerek. Ancak ondan sonra yanıtlanabilir ama yine de okuyanlar olduğu için yanıtlamak istiyorum. ‘Çalakalem’ atölyemdeki eskiz defterimdir. Kenarları desenler deyişlerle doludur. Bunların hepsi o dönem yaşadığım izlerdir. Doğaçlama bir çırpıda yazılmış çizilmiş izlerdir. Bu yüzden adı ‘Çalakalem’dir. Topluca bütün şiirlerde, bir özlem, yalnızlık ve aşk temaları vardır. Ayrıca bu kitap bir evliliğin anatomisini de sergiler. Bir bitiş, bir başlangıç, ters orantılı iç içedir. Hepimizin yaşadığı aşk sözlerinden oluşan bir döngüdür bu kitap… Biri biter bir diğeri başlar. Bu yüzden tersten de okuyabilirsiniz bu kitabı. Ve hepimizin başına gelmiş bir şeyse bu aşk, az çok herkes bir diğerini anlar. O zaman “düşünüyorum da okunacak ne kaldı” cümlesinde, bir göndermedir bu.. Tekrar şiir yazmak konusu ise şöyle söylenebilir: ‘Şiir zaten yazıyorum ama yayınlama arzum yok.’

-Bu son soruya cevabınız ‘neden yayınlama arzunuz yok’ sorusunu da yanıtlıyor. O yüzden sormuyorum. Bu samimi ve güzel röportaj için teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

Başa dön tuşu