SÖYLEŞİ

Ahmet Ümit: ‘Kitap Okumam Demek, Ben Öküzüm Anlamına Gelir’

Ahmet Ümit ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda, usta bir yazarın eserlerinin ötesine geçerek, edebiyat dünyasının derinliklerine inerek bir yazarın yazım sürecine, bir kitabın okuru nasıl değiştirebileceğine ve sanatın yaratım sürecine dair hissedilebilen tüm gerçekleri bulacaksınız.

Ahmet Ümit‘in samimiyeti ve içtenliği, röportajı bir yazarın eserlerinin tanıtımından öteye taşıyarak, yazının ve sanatın evrenselliğine dair düşündürücü bir sohbet haline getirdi.

Ahmet Ümit, aynı zamanda kitap fuarlarının büyülü atmosferindeki deneyimlerini paylaşarak, bu etkinliklerin yazarlar ve okurlar arasındaki bağı nasıl güçlendirdiğine dair gözlemlerini paylaştı.

Bu özel röportaj, edebiyat tutkunlarına, sanatseverlere ve yazının büyülü dünyasına duyulan ilgiyi pekiştirecek, keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.

KitaptanSanattan.com / Elif Doruk

Ahmet Ümit: 'Kitap Okumam Demek, Ben Öküzüm Anlamına Gelir'

‘Hayal dünyası, bilimden bile önemlidir’

  • Annenizin sizi masallarla büyüttüğünü bir söyleşinizde dile getirmiştiniz. Çocukluğunuzda duyduğunuz masalların ve hikayelerin, şu anda tarihi ya da polisiye romanlar yazmanızda nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsunuz? Ebeveynlerin, çocuklarının gelecekteki başarılarına şekil veren ilk adımlarından birisine ve büyüklüğüne bir örnek diyebilir miyiz?

Aslında çok önemli bir meseleymiş bir annenin ya da bir ebeveynin hikaye anlatıcısı veya yazıcısı olması. ‘Miş’ diyorum çünkü çok sonra fark ettim. En başta bunun farkında değildim. Yani yazar olmaya doğru ilerlerken “benim annemde çok iyi bir masal anlatıyor, ben de yazar olayım” gibi bir fikrim yoktu. Bunun farkına bile varmadım. Yazdıktan sonra bile aslında bunun farkında değildim! Sonra bir gün dank etti; “yaa benim annem anlatıyordu, hikayeler oluşturuyordu, buradan geliyor galiba, kurgu buradan oluşuyor” dedim. Bir annenin anlatıcılığı ister istemez ‘artık genetik olarak bile’ diyebilirsiniz; küçücük bir çocuksunuz evde dolaşıyorsunuz ve bir kadın bir sürü insana bir şeyler anlatıyor ve dinleniyor. Şimdi bu bir rol modeli. Böyle bir rol modeli var ve ben onu içselleştirmişim. Ama bir yetenek de varmış ki bende bunun karşılığı olmuş. Bütün ağabeylerim ya da ablam yazar olmadı ya da anlatıcı olmadı. Deneyenleri çıktı aralarında ama demek ki bu ben de karşılanıyormuş. Dolayısıyla her anne babanın bir anlatıcı olması beklenemeyebilir ama olursa da şahane olur. Mutlaka herkes çocuğuna masal anlatmalı. En azından bunu denemeli, anlatamıyorsa okumalı. Daha da iyisi bence anne ve babalar evde kendileri kitap okumalı. Çünkü çocuğa ‘kitap oku’ demekten çok daha etkili bir yöntem bu; yani rol model olmak. Siz akşam evinizde elinize bir kitap alıp okumuyor, televizyon seyrediyorsanız çocuğa ‘hadi evladım kitap oku’ demek bir işe yaramayacaktır. Ama sizin okuduğunuzu gören çocuk bir süre sonra ‘demek ki bir şey var bunda’ deyip kitabı eline alıp okumaya başlayacaktır. Kitap okuma alışkanlığının önemi burada. Neden önemli meselesine gelirsek; tabiî ki alfabeyi geliştiren kitaplar veya ders kitapları kıymetli ama çok daha kıymetli olan ise bu çocukların masal okumaları veya dinlemeleri. Neden bu önemli; çünkü o zaman hayal dünyaları gelişiyor. Hayal dünyası insana özgü bir şeydir ve dünyada her şeyden daha önemlidir. Bilimden bile önemlidir. Çok önemli. Einstein bile söylüyor; ‘Hayal gücü her şeydir.’ Yani hayal dünyası varsa her şeyi başarabilirsin. Bilim adamları ‘Ay’a yolculuk yapmayı düşünmeden önce bunu yazarlar düşündü. Önce Poe yazdı, sonra Jules Verne yazdı. Elbette onların yöntemi ile ‘Ay’a seyahat etmek mümkün değildi, ama onlar öyle fikirler ortaya attılar ki ve bu fikirler daha sonra bilim adamları tarafından bilimsel metotlarla, bilimsel fizik yöntemleriyle gerçek kılındı. Dolayısıyla bilinçli yetişkin çocuklarımızın olması için bu şart. Şimdi yeri gelmişken çocuklarımız için şunu da söylemek isterim; bedensel gelişim için süt, ıspanak, protein ve benzeri ihtiyaçları çok önemli ama bu çocukların ruhları ne olacak? İşte ruhlarını da beslemek için çocukların sanat ile bütünleşmeleri gerekir. Ve bunun da anası, masal ve hikayedir.

  • Bugüne kadar yaptıklarınız, yazdıklarınız ve sosyal medya paylaşımlarınız üzerinden toplumsal konulara büyük bir duyarlılıkla yaklaştığınızı görüyoruz. Bu duruşunuzun, sanat ruhunuzla birleşimini nasıl tanımlarsınız? Sanatın toplumsal sorumluluğunu hissetmeniz, eserlerinizde hangi konulara odaklanmanıza ve okurlarınıza nasıl bir mesaj iletmeye yönlendiriyor?

Sanat dışında insanın yarattığı pek çok disiplin var. Bilim mesela, dil mesela, politika vs bunlar var. Bunların içerisinde sanat, pek çok yönüyle hepsinden ayrılıyor. Ayıran yanı da şu; bütün öteki disiplinler hayatı parçalara ayırır. Nasıl örnekleyelim; mesela ‘tıp’ diyelim. Tıp dediğimizde bir tek tıp yok. Tıp dediğimizde ‘tıp’ın onlarca dalı var. Ve bu dallarda her doktor kendi uzmanlığında mesleğini gerçekleştirir. Kardiyoloji kalp, ortopedi kemik ya da psikoloji gibi… Yani parçalara ayrılıyor. İşte hayat da bu şekilde parçalara bölünüyor. Bilim hayata toplu olarak bakamıyor, resmin büyüklüğünü göremiyor. Göremediği için de resmin büyüklüğüne dair sorunları ortadan kaldıracak çözüm öneremiyor. Sanat bunların hepsinden farklı olarak bunlara bütünsel bakar ve bütünsel baktığı içinde eksik olanı görür. Hatalı olanı da görür. ‘Hatalı olanı görmek ve anlatmak’ işte burada toplumsal olan konu başlar. Ama bu sadece şu değil; köleliğe karşıyız romanını, kadınlara şiddete karşıyız romanını yazmak değil aynı zamanda bir kadının evde sardunya çiçeğiyle olan ilişkisini de yazabilirsiniz. Bu da bir romandır. Bu şekilde de ‘daha iyi insan nasıl olunabilir?’ ya da ‘bizim dışımızda olan canlılarla ilişkimiz nasıl olmalı?’ anlatılabilir. Bu da bizim empati yönümüzün gelişmesini sağlar. Dolayısıyla sanatın kendisi ve bütün sanat dalları ama başta edebiyat olmak üzere mutlaka ama mutlaka toplumsal bir yan taşır. Yazarların politik görüşlerinden bağımsız olarak şekillenir. Balzac kralcıydı ama Balzac’ın yazdığı eserlerden Karl Marx esinlenip Kapital’i yazmıştır. Bakın yine çok enteresan; Dostoyevski bir gericiydi, Rus Şövenistiydi. ‘Dünyayı Ortodoks Kilisesi kurtarır’ diyen bir adamdı ama insan ruhunu en gerçekçi anlatan Shakespeare’den sonra Dostoyevski’dir. Yani sanat istese de yazarın politik yanlarından bağımsız bir şekilde eğer gerçekçiyse ve başarılıysa istese de istemese de toplumsal bir işlev görür. Ben böyle olduğunu bildiğim için toplumsal işlev gördüğüne inanıyorum ve eserlerimi böyle yazıyorum.

‘Yeni kitabımda uyuşturucu sorununa dikkat çekmek istiyorum’

  • Farklı türlerdeki eserlerinizde genellikle tarihi ve kültürel unsurları işliyorsunuz. Siz, iyi bir okur olmanın ötesinde, tarihi ve kültürel unsurları bir kurgu haline getirirken bu derin düşünce ve duygu yoğunluğuyla nasıl başa çıkıyorsunuz? Yani, bu zengin içeriği işlerken hissettiğiniz duygu yoğunluğu ve bu süreçteki yaratıcılık serüveninizi biraz anlatır mısınız?

Özellikle benim bazı romanlarım sizin bahsettiğiniz sorunun konusu. ‘Tezli romanlar’ diyorum ben bunlara. Mesela; konu ‘kavimler’ diyelim. Ben burada neyi anlatıyorum; Hıristiyanlığın Anadolu’da olan köklerini. Ona hazırlanırken ben bir öğrenci gibi adeta Hıristiyanlık çalışıyorum. Yani bir yazar gibi değil, yaratıcılık yok orada. Bildiğin akademisyen. Bakıyorum, araştırıyorum; İsa, İsa’dan sonra neler oldu, İsa’nın havarileri kimdi, Hıristiyanlık nasıl oldu, Hıristiyanlığın öğretisi nelerdir ve bunun Anadolu köklerini yani; Aziz Pavus Tarsusluymuş, İlk kilise Antakya da kurulmuş. İşte İncil’in arkasında bütün Bergamalılara konuşma, Antakyalılara konuşma… vs… Bütün bunları incelemeye ve okumaya başlıyorum. Yoğun bir okuma gerçekleştiriyorum. 1 yıl, 2 yıl… Bu bittiği zaman artık Hıristiyanlık hakkında bir akademisyen kadar olmasa da başarılı bir öğrenci kadar fikir sahibi oluyorum. Ondan sonra romanın kurgusunu kuruyorum ve yaratıcılık süreci o zaman başlıyor. İşte bu sürece şöyle denebilir; zor mu evet çok zor ama çok eğlenceli. Niye eğlenceli; bir insan iyi bir hayat sürdüyse bir süre sonra doyuyorsun. İyi yemekler yiyoruz, kitaptan geçimimizi sağlıyoruz, içkimizi içiyoruz, çoluğumuzu çocuğumuzu doyuruyoruz tamam ama bir türlü doyum sağlamayan bir şey var o da; ‘bilmek’. Her yeni bir şeyi öğrendiğimde, bildiğim de bu bana yepyeni bir doyumsuzluk duygusu sağlıyor. İnanılmaz bir şey bu. Dolayısıyla aslında bir süredir bilmediğim konuları yazmak istiyorum.  Mesela ‘İttihat Terakki’yi bilmiyordum, oturdum ‘Elveda Güzel Vatanım’ı yazdım. Çünkü bunu öğrenmek istiyordum ve oturup çalıştım. Bunun için gittim o şehirleri dolaştım. Paris’e gittim, Selanik’e gittim, Makedonya’ya gittim, dolaştım hepsini. Müthiş bir şey bu. Yani amacın bu. Bütün gün evde oturup bu konuları yazan yazarlar var ve çok başarılılar ama benim tarzım o değil. Galiba hareketli ve hissiyat dolu bir insan olduğumdan böyle. Yazmadan önce gideceğim, göreceğim, dokunacağım, hissedeceğim… Bu çok güzel. Mesela Şemsi Paşa’nın öldürüldüğü yere gittim. Gözümde canlandırdım. Tabi şimdi orası öyle değil ama fotoshop gibi binaları falan sildim gözümden. Yaratıcılık açısından bu bambaşka bir deneyim. Yani yazar olmanın azami zevkini almaya başlıyorsun. Bu yüzden çok kıymetli. Tezli romanlarımı ben böyle yazıyorum. Bir de tezli olmayan romanlarım var. Mesela şimdi Başkomiser Nevzat romanını yazıyorum. Uyuşturucu sorunu çok arttı ve bunu yazmak, buna dikkat çekmek istiyorum. Çok fazla genç okurum var ve onları uyarmak lazım. Burada fazla inceleme yapma gereği olmuyor. Zaten Türkiye suç cenneti maşallah! Onları daha çok kurgusal ve polisiye olarak yazıyorum ama diğerlerine yani tezli romanlarıma çalışıyorum.

  • Başkomiser Nevzat serisi tekrar dizi haline getirilecek. Bu dizi projesiyle ilgili neler söylemek istersiniz? Bu karakteri yazarken ve okurken hissettiğimiz duygu geçişlerinin, sinema filminde, bir dizide ya da senaryo olarak tasarlandığında izleyiciye aynı etkiyi sağlayabileceğini düşünüyor musunuz? Yazdığınız eserlerin adaptasyon süreçlerini düşünürken, kurgusal dünyanızın televizyon ekranlarına yansıtıldığında aynı ruhsal geçişi sağladığını düşünüyor musunuz?

Başkomiser Nevzat, iki kere dizi oldu. Biri ‘Karanlıkta Koşanlar’dı ama benim Nevzat’a çok benzemiyordu. Orada Uğur Yücel ile beraber yazdık. Hikaye benimdi. Senaryoyu Uğur yazıyordu ve henüz Nevzat karakteri oturmamıştı. Daha sonra ‘Kavim’ romanından sonra ‘Nevzat’ oturdu ve ‘Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’ adlı başka bir dizi yaptık. Uyarlamalarda benim yaklaşımım şu şekildedir; şimdi senin kitabın duruyor, ‘Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’ Bu kitabımı yönetmen Cevdet Mercan film yaptı ya da ‘Sis ve Gece’ romanı var bunu Turgut Yasalar film yaptı. Film aslında benim eserim değil. O film Turgut’un eseridir. Yönetmeni kim ise onun eseridir. Benim eserimden, benim edebiyat alanımdan yararlanılarak başka bir sanat alanı oluşturuluyor. Sinema alanında başka bir ürün çıkarılıyor. Adamlar akıllıysa o esere sadık kalırlar. Uzaklaşırlarsa başarısız olurlar. Zaten benim eserimi aldığına göre beğendin. O zaman üzerinde oynama dimi? Dünya para veriyorsun, bir de benim kahrımı çekiyorsun, bu olmaz şu olmaz diye, beğenmediysem üzerinde oynamazsın. Ama ben karışmam. Niye karışmam, anlatayım. Benim Nevzat’ı dizi yapmaya kalksak 10 yıl dizi olur çünkü konu çok! Bu birebir olmaz. Ama karaktere uygun yap! Çünkü dizinin koşulları, yaratıcı yanları farklıdır. Sinemanın ölçütleri de roman gibi değil farklıdır. Bunu beklerim, yani başka bir şey istemem. İyi olursa güzel olur, mutlu olurum. Kötü olursa; izleyiciler, ‘beceremediler ama Ahmet Ümit’in kitabı daha iyiydi’ derler. Her konuda ben kazançlıyım.

Ahmet Ümit 'Kitap Okumam Demek, Ben Öküzüm Anlamına Gelir'

‘Ben kitap okumam demek, ben öküzüm anlamına gelir’

  • Kitapların ülkemizde ihtiyaç listesi sıralamasında 235. sırada yer alması düşündürücü bir durum. Siz bir yazar olarak bu konuda neler düşünüyorsunuz ve kitapların daha öncelikli bir konuma getirilmesi için neler yapılabileceği konusunda ki düşünceleriniz nelerdir?

Konuşmamızın başında da dile getirdim. Kitap tüketilmesi zorunlu hale getirilmelidir. Yani beden gelişimi için nasıl peynir, ekmek, süt zorunluysa, kitapta ruh gelişimi için zorunlu olmalıdır. Aile içinde ‘çocuğun sütünü, bilmem nesini aldın mı’ derken ‘kitabını da aldın mı’ eklenmelidir. Çocuğun ruhunun gıdasız bırakılmaması gerekiyor, Dede Korkut, Küçük Prens, Şeker Portakalı gibi çocuk kitaplarının, bütün o masalların, hikayelerin okunması zorunludur. Tüketilmesi zorunlu! Bunlar bir ruhun en temel gıda maddesi haline getirilmelidir. Hiçbir ebeveynin şunu söylemeye hakkı yok; ‘Ben kitap okumam’ Çünkü bu ‘ben öküzüm’ anlamına geliyor. Bu cümle eşittir, bu demektir. Bir de ben zararlı bir öküzüm demelidir. Çünkü çocuğa zarar verir. Yoksa kendi başına zararlı değildir. Okuma alışkanlığı olmayan  ve tabletlere maruz kalan çocuk pasiftir. Çünkü öğretisiz, başkasının ürettiği ile ilgileniyor ve kendi yaratıcı kimliğini geliştiremiyor. Bu korkunç bir şeydir. Hele günümüzde insanların birbirlerinden uzaklaştığı bir dünya da empati duygusunun geliştirilmesinin tek yolu sanattır ve bunun da anası kitaptır. En demokratik olan sanat, edebiyattır. Bakın sinema bile antidemokratiktir çünkü yönetmenin istediği olur. Kitap ve edebiyat, tüketimi zorunlu ruhu besleyen gıda maddesidir.

  • Kedileri çok sevdiğinizi biliyorum ve ben kedilerin yazar ruhlu insanlar için yaratıldığını düşünüyorum. Siz de benimle hem fikir misiz?

Benim bir kedim vardı. Adı Lea. Hayatımda bu kadar yoğun sevgiyi çok az varlıktan gördüm. Müthiş bir sevgiydi. Çok güzel bir hayvandı. Hayvanlar son derece samimiler. Yalan bilmezler. Cilve yaparken de mama isterken de hep nettirler. Kedilerden öğreneceğimiz çok şey var. Aslında hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Biz onları ilkel varlıklar olarak görüyoruz. Besin zincirini oluşturup onları yiyoruz, onlara işkenceler yapıyoruz ama bu bizim ilkelliğimiz. Ama kediler bambaşkadır. İnanılmaz duyarlı varlıklar. Kediler çok şahsiyetliler. Kedi ne isterse onu yapar. O bir eve girdiğinde o ev artık sizin değil onun evidir. Ve sizler de onun hizmetkarları! Ama insana benzersiz bir sevgi sunarlar. Çok terapi edici, insana çok iyi gelen, empati duygusunu geliştiren bir ilişkidir insanın kedi ile ilişkisi…

  • Sizin en sevdiğiniz yazar ya da yazarlar kim? Okuduğunuz en iyi kitap hangisidir? Hatta keşke bu kitabı ben yazmış olsaydım dediğiniz bir eser var mı? Ayrıca, Türkiye’nin en çok satan yazarı olmanın sizin üzerinizde bir baskı yaratıp yaratmadığını merak ediyorum.

Tek bir yazar ismi söyleyemem. ‘Bir adaya düşseydiniz ilk hangi kitabı alırdınız’ gibi bir şey olmaz. ‘Donkişot’ var bayılıyorum, ‘Sefiller’e bayılıyorum, ‘Savaş ve Barış’a bayılıyorum, ‘İnce Mehmet’e de bayılıyorum, ‘Huzur’a da bayılıyorum… Hepsini seviyorum yani. Niye birinden vazgeçeyim ki? Dönem dönem değişiyor. Tek bir yazara bağlı kalmayı onaylamıyorum. Ama bir profesyonel olarak en iyi yazarlar kimlerdi derseniz, söyleyeceğim iki yazar var. Biri Shakespeare. Neden peki? Shakespeare tiyatrocu ama edebiyatçıdır aynı zamanda. Bunu tiyatro eserleri de edebi bir eser olduğu için dedim. Şiir yazdığı için edebiyatçı demedim. Hamlet mesela ölümsüz bir karakter, Othello öyle … Yani inanılmaz karakterler bunlar. Bir tiyatro eseri olarak bunları armağan etmesi önemli. Bu tarz eserler çok fazla yok. Mesela Sophokles’in sadece Kral Oidipus karakterini biliyoruz ama Shakespeare de bunlardan fazlasıyla var. İnsan ruhunu çok iyi anlatır. Bu çok kıymetli, edebiyatın en önemli özelliği. Shakespeare’i bir bilgisayara benzetirsek işlemcisi çok kuvvetli. Yani her anlamda yazıyor. Harddiski o kadar geniş ki… Romeo ve Juliet i yazıyor, bir yandan ‘Venedik Taciri’ni yazıyor, ardından ‘Komik Bir Yaz Gecesi’ni yazıyor. Her şey var!

İkinci yazar Dostoyevski. Neden Dostoyevski? O da şunun için; hep insan ruhunu anlatıyor. İyi bir roman, iyi bir hikaye insan yaratandır. Hikayeler anlatılabilir ama ‘insan’ yaratılmıyorsa mesela Sherlock Holmes diye biri var mı var, Donkişot var mı var, Oblomov … Bakın bunların hepsi önemli karakterler. Mesela Raskolnikov, İnce Mehmet, Bekçi Murtaza gibi karakterler de inanılmaz yani. Bunlar edebiyatın yaşayanları. Mesela Kemal Tahir iyi bir yazar ama yarattığı bir karakter aklıma gelmiyor. Kurtuluş Savaşını anlatıyor bize. Hikayesi var, tamam güzel ama bir Yüzbaşı karakteri var, başında da sonunda da aynı, değişmiyor. Beni çok sarsmıyor yani. Dostoyevski, insan ruhunu tüm çıplaklığı ile anlatıyor ve olağan üstü karakterler yaratıyor…

Bu iki yazarın çok müthiş yazarlar olduğunu düşünüyorum. Bizde de, Türkiye’de de çok büyük yazarlar var; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ına bayılıyorum. Yusuf Atılgan, ‘Anayurt Oteli’,  yine Yaşar abinin ‘İnce Mehmet’i, ilk romanlarımızdan ‘Aşk-ı Memnu’ gibi…. Tek bir yazar seçmeyi yeterli bulmuyorum açıkçası. ‘Tek bir kitap okudum, hayatım değişti’ diye bir şey yok. Hepsini okumamız lazım.

Çok satan kitapların yazarlarının avantajları şu; başka bir iş yapmayıp sadece yazarak hayatımı sürdürüyorum. İkincisi çok büyük ilgi görüyorum. Yani bu inanılmaz bir şey. Türkiye gibi bir ülkede sadece yazar olarak kazanmak müthiş bir şey. Yolda yürüyemiyorum mesela. İnsanlar fotoğraf çektiriyorlar. Bu kendi adıma değil ama edebiyat dünyası adına çok kıymetli.

Dezavantajları ise; mesela okurlar benden sürekli Nevzat romanı istiyor. Onu çok seviyorlar. Geniş bir kitlesi var ama ben bunu yaparsam Ahmet Ümit olmaktan çıkarım. Ben Ahmet Ümit olduğum için beni okuyorlar ama eğer onların istediği, onlara hitap eden şeyler yazmaya başladığım zaman ben Ahmet Ümit olma özelliğimi kaybederim. Yazar olarak ölürüm. Bu büyük zincirleme olan prangaya yakalanmamak, o hapishaneye mahkum olmamak ve bunların ötesine çıkabilmek lazım. Bunu başarırsanız çok satılmanın bir zararı yok. Aksi taktirde kaybeden olursunuz.

  • Okurlarınızla bütünleşmeyi sevdiğinizi biliyoruz. Başarılı bir sanatçı-yazar olarak ayrıca hemen hemen her fuarda da yer aldığınızı görüyoruz. Son katıldığınız fuarlarla ilgili; ilgi-katılım-satışlar çerçevesinde gözleminiz nedir?

Bana yönelik bir şikayette bulunursam çarpılırım. Yani benim için müthiş geçti, geçiyor, okurlarıma şükran borçluyum. Benim için büyük şans. Bu nasıl oldu bilmiyorum. ‘Neden, nasıl oldu bilmiyorum’u şöyle açıklayayım; Çok iyi yazarlar var ve okuru ile buluşamıyor. Bu yazarın iyi ya da kötü olmasından kaynaklanan bir durum değil. Ben iyi bir yazar olduğumu düşünüyorum ama okur ile buluşmanın başka yönleri var. İyi bir yazar olacaksanız okurun size inanması gerekir belki bir samimiyet duygusu… Ben bu açıdan çok şanslıyım. Fuarların çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. TÜYAP da öyle ama belediyelerin yaptıklarını daha da kıymetli buluyorum. Ve hepsini alkışlıyorum. Çünkü az önce dediğim gibi ‘kitap kıymetlidir’ cümlesini çocuklara anlatma fırsatını yakalıyorsun. Mesela Merzifon’a gidiyorum. Orada okullarda öğrencilerle buluşuyorum. Bunun edebiyatın bir kültür gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Mesela Denizli’nin bir ilçesi Acıpayam’a gidiyorum. Üç saat imza yaptım. Bu müthiş bir şey. Yurt dışında olan fuarlara da gidiyorum. 35 farklı dille 120’ye yakın kitabım yayınlandı. Her yere gidiyorum ama Türkiye özel benim için. Mardin’e de gidiyorum, Adıyaman’a da gidiyorum, Urfa’ya da, İzmir’e de… Bu çok kıymetli benim için; okurla buluşmak, çocuklarla buluşmak ve onların da bir yazarla buluşması… Belki onların içinden yazarlar çıkacak ya da okuma alışkanlıkları artacak. Bu bir kültür çalışması benim için. Çünkü beni okur yaratır. Çünkü o kitabı okuyan yaratır. Yazarlara her yere gitmeyi öneririm. ‘Gidiyoruz kimse gelmiyor’ diyorlar. Bakın, 1992’de olan bir anımı anlatayım size. İkinci kitabım çıkmış Gebze’ye fuara gidiyoruz. Yanımda kim var: Aziz Nesin. Gittik, kimse beni tanımıyor. 31 yıl önce, Aziz abinin önü kuyruk. Benim önümde kimse yok. Öyle oturuyorum. Bir süre sonra sıkıldım. Aziz abinin kitaplarını düzeltmeye başladım. Sonra Aziz abi ‘bakın burada genç bir yazar var’ dedi ama yine de kimseye kitap imzalayamadım. Bu çok zor bir şey. Dünyanın en gıcık durumu ama gideceksin ve orada oturacaksın. Belki biri gelecek ‘ne yazdınız’ diyecek almayacak ama sen cevaplayacaksın. ‘Tuvalete nereden gidilir?’ diye sorulacak belki ama yine de gideceksin. Sorun değil, pes etmeyeceksin! Birden bire olmuyor bu işler. Benim ilk kitabım 1989 yılında çıktı. Ne zaman 2000 yılına geldik 1. Baskı 100.000 adet basıldı. Onca yıl aradan sonra! İnsanlar birden bire olacak sanıyor ama bu mümkün değil. Öyle bir dünya yok. Sait Faik’in bir lafı vardır; ’30 yaşında ünlü olan bir yazar 31 yaşında unutulur’ ve bu kesin böyledir.

  • Günümüz şartlarında fuarların yayınevleri için zorlu hale geldiğini ve çok büyük-köklü yayınevlerinin dahi fuarlara katılamadığını gözlemliyoruz. Bu durumu göz önüne aldığınızda, sizce ülkemizde üreten ve okuruyla buluşan yazarlara ve yayınevlerine yeterince değer ve kıymet veriliyor mu? Bu zorlukların neden yaşandığı konusundaki düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?

Fuarlarda olan stant fiyatlarının indirilmesi lazım. Bence küçük yayınevlerinin yaşaması gerekir. Bu çok kıymetli. Büyük yayınevleri olacak ama küçük yayınevleri başka bir alanda çalışma yapıyor. Yeni yazarlara şans tanıyorlar. Bu çok önemli. Çünkü yeni yazar ne demek? Dipten gelen dalga demek! Gelecekteki Dostoyevskiler, Yaşar Kemaller demek. Bu yüzden küçük yayınevlerinin yaşaması lazım ama ne yazık ki buna devletin el atması gerekir. Ama devletin gündeminde böyle bir şey yok maalesef! Bence belediyelerinde gündeminde olması lazım. Bu çok kıymetli bir şey.

‘Eğer okur sizi okuyacaksa yayınevini de zorlar kitapçıyı da zorlar ve bulur.’

  • Bir yayıncı olarak son bir sorum daha olacak. Yazarlar ve yayıncılar arasındaki iş birliğini geliştirmek için neler önerirsiniz? Özellikle de yayıncıların yaşadığı zorluklar göz önüne alındığında…

Ben yedi ya da sekiz yayınevi değiştirdim şu ana kadar. Çok büyük yayınevleri ile de küçüklerle de çalıştım. Ama benim bunlardan öğrendiğim tek bir şey var. Kitaplarımın çok sattığı da oldu hiç satmadığı da. Oluyor bunlar. Yazar bazen şöyle düşünüyor; ‘İşte yayınevim güçlü değil bu yüzden satmıyor’ Bu doğru değil. Eğer okur sizi okuyacaksa yayınevini de zorlar kitapçıyı da zorlar ve bulur. Benim kitabım ücra bir yerde kırtasiyede satılıyor. Neden? Çünkü okur soruyor. O da buna istinaden getirtiyor. Dolayısıyla bir kitabın satışı ve tanıtımı sadece yayınevine yüklenemez. Kitaplar yazarların çocuklarıdır. Nasıl çocuklarımızı kapının önünde başkasına teslim etmiyorsak biz de kitabımıza sahip çıkacağız. Ben hep bunu yaptım. İlk 1996 yılında ‘Sis ve Gece’ romanım çıktı ve aldığım telifle tanıtım filmi çektim ben. Tüm parayı ona verdim. Bu ilkti. Herkes ‘kitabın tanıtımı mı olur?’ dedi. Ama oldu! Ben yıllarca çalışıp kitap yazıyorum tabi ki olacak. 1989’dan bu yana kitap yazıyorum ve ben bugün Ahmet Ümit olduysam bu benim çabamladır. Bu çabanın en fazla yüzde ellisi yayınevine aittir. Belki de daha da azı! Bir şekilde kitabı anlatmak, her yere gitmek, koşuşturmak lazım. Ben çocuğuma sahip çıkıyorum. Sahip çıkmak kendine inanmak demektir. Kendine inanmazsan kimse sana inanmaz ki.  Yazdım koydum, hadi okuyun. Hayır okumaz! Yazar kitabını tanıtmak ve arkasında durmak zorunda. Yayınevi ile ortak bir koordinasyon ile birlikte dayanışma içerisinde olmak lazım. Yazar ve yayınevi doğru işbirliği yapmazsa başarılı olmaz. Ne yayınevi kalkınır, ne yazar tanınır.

KitaptanSanattan.com / Elif Doruk

Ahmet Ümit: 'Kitap Okumam Demek, Ben Öküzüm Anlamına Gelir'

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu